GİRİŞ
“Kimdir başkaldıran insan? Hayır diyen biri. Ama yadsırsa da vazgeçmez; evet diyen bir insandır da, hem de daha ilk deviniminde. Tüm yaşamı boyunca buyruk almış bir köle, birdenbire, yeni bir buyruğu kabul edilemez bulur. Bu “hayır”ın içeriği nedir?”
Albert Camus, Başkaldıran İnsan
Entelektüellerin kendine bir inanç sistemi seçip tüm hayatlarını buradan hareketle kurguladığı dönemlerin çok ama çok uzağında olduğumuz günlerdeyiz. İnsanın farklı çıkarlarla geliştirdiği araçlarının kullanım yetkinliğine göre kendini adapte edebilen bir varlık olması bugünleri doğuran ana etmen olarak karşımıza çıkıyor. Artık kitleler, geliştirilen farklı farklı araçlar sayesinde daha görünür bir vaziyette daha da güzeli bilgi üretimine erişimleri de bir o kadar kolay. Daha da ileriye gitmek gerekirse kitlenin iletişim araçları üzerinden bilginin kendisini “çoğunluk” fikri ile üretiyor olması fikri bile muhtemel. Pek çok taraf, çıkar ve anlayış sistemine sahip bir alanda çıkar savaşımına girmek durumunda kaldığımız bu dönemde de öyle kolayca kitle davranışı açıklayabilecek bir halde maalesef ki değiliz. Toplumsal meselelerin şeyleştirilmesi günümüz için o kadar da mümkün gözükmüyor.[1] Çünkü, dışarıya çıkabilsek ve bütün olguları sabit hale getirmeye çalışsak bile kendi konumumuzun sürekli değişkenliği meseleler üzerine nasıl bir yaklaşım göstereceğimizi sürekli olarak belirliyor. Yani ulaştığımız nokta, bu üyesi olma durumunun yarattığı kör noktaları fark etmek ve onların üstesinden gelmek için çaba göstermediğimizin aşikâr olduğudur.
O halde bu “herkesin herkesle savaşı”[2] döneminde pek çoğumuzun iddia ettiği gibi ilerlemeye yönelik en doğru analizleri mi geliştirmeye çalışıyoruz yoksa bu kargaşa halinde yenildiğimizi bile bile yaptığımız yanlışların üstünü bir çocuk edasıyla gizlemeye mi çalışıyoruz? Benim iddiam özellikle günümüzü anlamaya çalışan insanların ikinci yolu tercih ettikleriyle ilgili. Ayrıca bu tercihi yaratan olgunun da toplumu anlamaya çalışanların paradoksal bir şekilde içinde bulundukları konumu inatla reddediyor oluşundan kaynaklandığını iddia ediyorum. Artık hepimizin içinde bulunduğu kitle, ona yönelik analizleri izlemek yerine kendi analizini ortaya koyarak bilgiyi bir çoğunluk oyununa sokmuş vaziyette. Bu durum kitleyi anlamaya çalışanların genellikle çoğunluk bilgisine referansla nesnelliğe yakınlaşmaya çalışmasına yol açıyor. Başından totolojik bir kargaşa oyununda da kaybedenler her zaman bu türden yaklaşım sahipleri oluyor. Kayıp sonrası ise telafi çok basit, kargaşadan faydalanarak geriye dönük tüm hatalar gizlenerek yine çoğunluk doğrusuna referanslı bir pozisyona çekilmek: Totoloji üzeri totoloji ile pozisyon tayini. Benim toplumu anlamaya çalışanlara “Hayır”ım tam da bu noktada başlıyor. İçinde bulunulan konumu bir yandan reddedip, bir yandan da onun bilgisine referans göstermeniz ve kendi çıkarınızı mevcut sistematiklerde üretmenize bir itirazım yok fakat bilgi alanına inşa ettiğiniz bu çarpık kentleşmeye hayır diyorum. Zira, bu noktadan sonrası hepimizi anlamakla ilgili çıkmaz bir sarmala sokuyor.
Bu yazının amacı belirtilen sürece ve sürecin aktörlerine itiraz etmekle ilgilenmektedir. Topluma yönelik önerilerde ve analizlerde bulunanlara, en başa dönme ve gözlemci pozisyonunun belirlenmesi gerekliliğini hatırlatmaya yönelik olacaktır. Zira, güncel olgular üzerine yapılan pek çok analiz ve önerinin gerçekte gözükmemesinin sebebi ilk belirlenmesi gerekenin yani gözlemcinin kendinin ne yaptığıyla hiç ilgilenmemesiyle doğrudan doğruya ilgilidir. Gözlemciler gerçekten çok zor zamanlardan geçmektedir, üst üste yinelenen bu kadar sık gerçeği ıskalama ise bu zor zamanların birer kanıtıdır. O halde bu kanıt üzerinden başlayarak gözlemcilerin sık sık sakladığı o yanlış ayak izlerini ifşa etmeye çalışalım.
Gerçeği Iskalamak
“Nasıl ki, bazı bitkilerin meyve vermesi boylarının fazla uzamamasına bağlı ise, uygulamalı sanatlarda da, kuramsal yaprakların ve çiçeklerin fazla büyümemesi, fazla yer tutmaması gerekir; onların yetişmesine en elverişli toprak deney olduğundan onları bu doğal ortamdan uzaklaştırmaya gelmez.”[3] Clausewitz’ten hareketle gerçeği ıskalamanın ilk ana nedeni bağlı olduğumuz topraktan çok çok uzaklara uzanan teorik dallardan gerçekliği arayışa girmemiz olarak gözükmektedir. Fakat konu aktör değil de gözlemci olduğunda bu tespit günümüzde tek başına yetersiz kalmaktadır. Zira profesyonelleşmenin bu denli artış gösterdiği günümüz dünyasında doğrudan siyasal alanda hareket eden aktörlerin bilgisi analiz için yeterli olmamaktadır. Siyasal alan, içinde mücadele veren aktörlerin bilinç kalıplarını şekillendirdiğinden, yapılacak çıkarımlar genellikle aktörlerin alandaki konumunu yükseltmeye yönelik olacaktır. Dolayısıyla alandaki aktörlerin getirdiği bilgi alanın kendisi tarafından çoktan çarpıtılmış bir biçimde bulunmaktadır. Örneğin parlamento oyunu ile ilerlemeyi sağlayamayan solun içine düştüğü çıkmaz bu durumu tasvir etmek için kullanılabilir. Bu noktadan hareketle de alan içerisinde bulunmak, alanı anlamak ve değiştirmek açısından doğrudan ön koşul değildir. Bu durum da bizi ilgilendiğimiz soruna götürmektedir: Alan üzerine düşünen gözlemci kimin -ya da neyin- bilgisini kullanarak hareket etmelidir? Günümüzde gerçekliği sıkça ıskalamanın sebebi tam da bu noktada başlamaktadır; gözlemci alana giriş için kullanılan kitlenin ortaklaştığı bilgiler üzerinden hareket etmeye çalışır. Nasıl ki alan içinde aktör olarak bulunmak gözlemi belli anlamlarda bozuyorsa alana meşruiyetini sağlayan çoğunluğun bilgisi de yapılacak analizde kullanılamayacak değerde spekülatif taraf içerir. Zira alana hâkim olanların ağırlığı düşünüldüğünde alanın bir alt alanında bulunan kitle genellikle oyunu tam anlamıyla okuyamayan ya da oynayamayanların oluşturduğu kesimdir. Araştırmacı açısından, siyasal alan içerisinde olmamanın getirdiği bu eksiklik, meşruiyetin bayrağı olan kitlenin en çok dile getirdikleri üzerinden çıkarım yapmayı zorunlulukmuş gibi gösteren bir hale dönüşür. Çünkü gözlemci de o kitle içerisinde bulunmaktadır ve içerisinde bulunduğu kitle kendinin kuralarını doğallaştırmış bir şekilde hareket etmektedir. Gözlemci bu açıdan kitleden şüphe etmeyi yalnızca kullandığı spekülatif bilginin başarısızlığı -yani gerçek ıskalandıktan sonra- durumunda aklına getirecektir.
“Araştırmalarımızı kendi kültürel ilgilerimiz ateşler ama belli bir fenomenler kümesi üstüne çalışmaya başlayınca, Weber’e göre, edindiğimiz kanıtları kendi içinde analiz etmemiz gerekir, bu analiz esnasında kendi değer ilgilerimizi artık göz önünde tutmamamız gerekir.”[4] Bu noktayı biraz daha açmaya çalışalım: Gözlemcinin çoğunluğun bilgisini sık sık kullanmasının sebebi kendisini psikolojik ve sosyolojik olarak iki etmenle gösterir. [5] İlki gözlemcinin bu bilginin popülizmine sürüklenerek “çoğunluğun temsilcisi” olma iddiasıyla politik bir çıkar elde etme girişimidir. Bu çaba özellikle siyasal alanın profesyonelleşmesinin artışı ile birlikte özerkleştiği günümüzde siyasete ve siyasal olana etki etme hırsının bir parçasıdır. Yani gözlemci pozisyonunu terk edip alana aktör olarak dahil olmaya çalışmakta ve bunu da kültürel sermayesi üzerinden yapmak istemektedir. Zira, kitle siyasal alana girişin meşruiyet kartıdır. Bu tipteki gözlemcilere amaçları ya da kullandığı yöntem sorulduğunda verilen cevaplar genellikle kendisinin çıkarsız olduğu ve toplumun söylediklerinin temsilcisi olduğuna yönelik olmaktadır. Oysa ki bu çıkarsızlık iddiası alan içerisinde bir üst uzama geçişteki ilk iddiadır. “Hiçbir politik sınıf, üyelerini yönetmeye en layık-uygun kişiler oldukları için kendisinin yönetimde olduğunu açıkça söylemeyecektir. Bunun yerine daima bir soyutlama temelinde kendi iktidarını meşrulaştırmaya çalışacaktır. Bütün görevliler otoritelerini kraldan, o da tanrıdan aldığını söyleyerek politik formülü işler hale koyacaktır. Bunun diğer bir şekli ise tüm gücün halkta yattığı cümlesiyle ifade edilir.”[6] Bilgi üzerinden girişilen soyutlama girişimi gözlemcinin artık alanda ya da alana yönelik hareket etmeye başlayan bir aktöre dönüştüğünü gösterir.
Gözlemcinin gösterdiği ikinci refleks olarak karşımıza “haklı olma istenci” çıkmaktadır. Weber’in bahsettiği gibi araştırmalarımızı kendi kültürel ilgilerimiz ateşler fakat bu tespitinin ardından olguların kendi içerisinde analiz edilmesi tavsiyesi önemli bir noktaya delalettir. Olgular kendi içerisinde değil de gözlemcinin kültürel ilgisi ile değerlendirilmeye devam edilirse objektiflikten fanatikleşme noktasına kayış başlayacaktır. Kendi kültürel ilgilerimiz üzerine giriştiğimiz araştırma ve daha da ötesi topluma yönelik öneriler bu fanatikleşme ile gözlemcinin kişisel tiranlığına doğru yol almasına sebep olur. Tek gerçekliği kendi mevcudiyetini inşa eden gerçeklik olan bu tipteki gözlemci, kitleden aldığı çoğunluğun bilgisini, türünün ne olduğuna bakmaksızın, kendini haklı çıkarmak için kullanır. İlk duruma göre daha tehlikeli fakat daha masum bir durum olarak karşımıza çıkan bu olgu gözlemcinin fanatizme sürüklenmesiyle sonuçlanır. “Totalitarizmin kaynağı, resmi dünyaya dogmatik bağlılıktır: Gülmenin, ironik mesafenin olmayışıdır. İyi’ye aşırı bağlanmanın kendisi de en büyük Kötü haline gelebilir: Gerçek Kötü her türlü fanatik dogmatizmdir, özellikle de ulu Tanrı adına sergileneni.”[7] Gözlemci ile ilgili bahsettiğim bağlılık onun kültürel ilgilerine olan bağlılığıysa kendini haklı çıkarma çabası da içinde bulunduğumuz bilgi alanı içinde bir totalitarizm girişimi olarak görülebilir. Gözlemcinin bu tipte çabası genellikle eşitlikler düzeyinde ciddiye alınmaz. Fakat kriz dönemlerinde çaresiz durumda kalmış kitle fanatik bir şekilde gözlemcinin etrafına toplanabilir.
Sonuç Yerine
Günümüzde gözlemciler, özellikle siyasal alana yönelik, yaptıkları analizlerden ve verdikleri önerilerden önce kendi konumlarını düşünmelidirler. Zira, gözlemci konumu düşünülmeden yapılacak her türlü eylem biçimi gözlemcinin gerçekliği ıskalamasına sebep olacaktır. Bu sebeple gözlemcinin farkına varması gereken iki ana faktör vardır. Birincisi; gözlemci, özellikle siyasal alan düşünüldüğünde, alanın meşruiyetini sağlayan kitle içerisinde bir konumdadır. Bu yüzden kendi varoluşunu ve reflekslerini gözden geçirmeli, her adımını kendine yöneltmesi gereken şüpheyle atmalıdır. Zira kendisi de alanı değiştirmek için güvenilmez durumdadır. “Toplumsal uzam beni bir noktaymışım gibi yutar. Ama o nokta bir görüş açısıdır; toplumsal uzam içinde konumlanan bir noktadan hareketle edilen bir görüşün, hangi nesnel konumdan hareketle alınmışsa, biçimi ve içeriğiyle o konum tarafından belirlenen bir perspektifin kökenidir.”[8] Kitle içerisinden çizdiğimiz o pencerenin yerini bilmek ortak görüneni yorumlamada bize çok yardımcı olacaktır. Çünkü bu olgunun öğrenilmesi; tek pencere olmadığı, bizim bir pencereler kümesinde var olduğumuz, ortak pencereden bakan çoğunluğun tabi ki de aynı perspektife sahip olacağı gibi pek çok önemli çıkarımlara sahip olmamızı sağlayacaktır. İkincisi; gözlemci siyasal alan içinde değilse eğer geliştirdiği analizler ve önerilerin ne için olduğunu kendi ahlaksal sistemine saldırarak öğrenmelidir. Ayak izlerini gizlemeye çalışmak yerine, çoğunluk bilgisini kullanmak için gösterdiği bu hevesi anlamaya çalışmalıdır. Çoğunluk bilgisi ile siyasal alana bir meşruiyet mi sağlamaya çalışıyor ya da kendini oluşturan koşullar üzerinden analiz yaparak aslında yalnızca kendini mi haklı çıkarmaya çalışıyor ya da başka ne gibi bir sebeple hareket ediyor sorularının cevapları bulunmadan yapılacak gözlemler yine sarmalın devam etmesine sebep olacaktır.
İçerisinde yaşadığımız sistemde gerçekliğe dokunmak ya da onu değiştirmek istiyorsak önce kendimizden başlamak şart. Zira karşı karşıya kaldığımız sistem bizleri zihin kalıplarımıza yerleştirdikleriyle bir çölün içine mahkûm etmiş durumda. Yaptığımız analizler veya verdiğimiz öneriler en iyi durumda sistemin kendisini yenilemesine sebep oluyor. Sistem içerisinde yabancılaşan herkes, gün sonunda bir araya geldiğinde, vasatlığın acziyet cümlelerini sıralıyor: “Elimizden gelen bu kadardı.” Olanaklarımızın sınırlı ve gözlemci pozisyonumuzu dahi bilemediğimiz bir durumda olsak da gerçekle karşılaşmak için elimizde bir yöntem mevcut. Tahakkümü altında kaldığımız vasatlığı aşabilmek için gözlemcinin ilk olarak yapması onu oluşturanın farkına varmak. “Gerçeğin Sembolik düzene izinsiz girişi veya sert bir şekilde yeniden dirilmesi durumu psikanalizde “travma” olarak adlandırılır. Bu tip bir işgal her zaman mümkündür ve Semboliği altüst etmeye elverişlidir.”[9] Vasatlığın farkına varabilmek için bir travma yaratarak gözlemcinin gerçekliğe dönüşünü başarmak şart. Gözlemcinin ilk olarak kendisinin sistemdeki konumunu gözlemlemesi gerekmektedir. İnsanın kendi aklına şüphe etmesi en zor eylemlerden birisi olarak gözükse de bu travma bir an önce gerçekleştirilmeli. Çünkü başka bir yöntemle doğru gözlemi gerçekleştirmek mevcut koşullarda olanaksız gözükmektedir.
[1] Emile Durkheim, Sosyolojik Yöntemin Kuralları, (Ankara: Doğu Batı Yayınları, 2014).
[2] Thomas Hobbes, Leviathan, (İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 1993).
[3] Carl von Clausewitz, Savaş Üzerine, (İstanbul: Eriş Yayınları, 2001), s. 9.
[4] Fritz Ringer, Weber’in Metodolojisi: Kültür Bilimleri ile Sosyal Bilimlerin Birleşimi, (Ankara: Doğu Batı Yayınları, 2006), s. 155.
[5] Thomas Kuhn, Bilimsel Devrimlerin Yapısı, (İstanbul: Kırmızı Yayınları, 2018).
[6] William T. Bluhm, “İdeoloji ve Politik Kültür”, İdeoloji Üzerine: Eleştirel İdeoloji Analizleri, der. Stuart Hall, Bo Gustafsson, Bob Lumley, William Bluhm, Gregor Mclennon, (İstanbul: Pales Yayıncılık, 2014).
[7] Slavoj Zizek, “Marx Semptomu Nasıl İcat Etti?”, İdeolojiyi Haritalamak, der. Slavoj Zizek, (Ankara: Dipnot Yayınları, 2013), s. 464.
[8] Pierre Bourdieu, Pratik Nedenler, (İstanbul: Hil Yayın, 2006), s. 27.
[9] Razmig Keucheyan, Aklın Sol Yarısı: Yeni Eleştirel Düşünceler Atlası, (İstanbul: İletişim Yayınları, 2016), s. 251.
İlk yorum yapan siz olun