Birçoğumuzun çevirileriyle tanıdığı Işık Ergüden tarafından kaleme alınan “Hapishane Çağı: Kapatılan İnsan” ilk baskısını 2007 yılında yapmıştı. Ardından güncel katkılarla zenginleştirilip Sel Yayınları’nın Red Kitaplığı serisinde yeni bir baskı yaptı. “Islah etme” ve “topluma kazandırma” gibi kavramlarla meşrulaştırılan hapishanelerin, öznede yol açtığı yıkımı ele alan kitabın ilk baskısından bugüne güncelliğini yitirmediğini söyleyerek yanılmış olmam sanıyorum.
Ergüden, kitabının ilk satırlarından son satırlarına kadar her bölümünde okuru politik propaganda yapmadan salt kapatılan insanı düşünerek sorgulamaya teşvik ediyor. Özellikle “Bir Hapishane Tarihçesi”, “Zaman ve Mekân Işığında Şiddet”, “Kapatılan İnsanın Şeyleşme Süreci”, “Mekân, Bellek, İmgelem” gibi bölümlerinde hapishanenin insan üzerindeki etkilerini irdelerken kapatılmanın felsefesini oldukça değerli, özgün ifadeler kullanarak sorgulamış.
İlkel dönemlerden modern zamanlara egemenler bireyler üzerindeki hakimiyetlerini suç ve ceza sistemi üzerinden kurmuş; zamanla bedene çektirilen -kolların ve bacakların kopartılması gibi- fiziki acılar kabuk değiştirerek insanların sınırları olan mekanlara kapatılarak ruhlarına yönelik bir ceza haline gelmiştir. Hapishane üzerine çalışmaları olan Foucault, başta kimseyi rahatsız etmeyen hatta desteklenen diyebileceğimiz ıslah alanı olarak sunulan hapishanenin dönüşümünü anlatırken şu soruyu sorar: “Hapishanelerin fabrikalara, okullara, kışlalara, hastanelere ve bütün bunların da hapishanelere benzemesi şaşırtıcı değil midir?” Foucault’nun, rasyonel açıdan hapishanelerin diğer kurumlardan farklı olmadığı tespitinin doğruluk payı olsa da anlamsız zaman-mekan kısıtları ve tecrit boyutlarıyla insanın şahsiyetini, zamanı ve mekanı silikleştiren hapishaneler bana kalırsa çok daha farklı. Konudan sapmamak için zihinsel ve toplumsal hapishanelerimizin sorgulamasını sizlere bırakarak Hapishane Çağı’na devam etmekte fayda var.
Ergüden, kapitalizm ile neredeyse yaşıt diyebileceğimiz modern zamanların modern kurumu olan hapishaneleri, bireylerin kişisel alanlarını yok eden, onları özne olmaktan çıkartıp tek tip nesne haline getiren bir alan olarak nitelendiriyor. Bu konuda çok da haksız sayılmaz. Egemenler devamlılıklarını sağlamak adına yarattığı alanlarda kurumsallaşmakta ve bireylerden bu zihniyet ve kurumları içselleştirmesini beklemektedir. Böylece egemenler hapishanelerde bireyleri “ıslah ederek” ve “topluma geri kazandırarak” suçu önlemek yerine aslında kendine yeni düşmanlar oluşturarak “suç” üretecektir. Bir anda herhangi birimiz suçlu sayılacak ve ne ile suçlandığımızı anlayamadan hapis yatma ihtimalinden kendimizi muaf göremeyecek; ezilenler, muhalifler, kültürel, cinsel, dinsel, etnik azınlıklar olarak yeni düşmanlar olacağız. “Tehlikeli sınıf” olarak adlandırılan azınlıklar Foucault’nun sorusundaki okul, hastane gibi toplumsal hapishanelerden farklı olarak zaman-mekan sınırlarının olduğu hapishaneye kapatılarak dış dünyadan, sevdiklerinden, kendi özyaşamından tecrit edilecektir ki bu noktada kapatılan bireyin kimliksiz bir nesneye dönüşmesi kaçınılmaz olacaktır.
Hapishanelerde nesneleşen insanı okurken “Hapishanesiz yeni bir dünya mümkün mü?” diye de sormadan geçemiyoruz. Yapısı gereği karmaşık bir gerçekliğe sahip olan insanı sıfatlarla sınırlandıramayız. Bunun için de ister kapitalist ister sosyalist ya da farklı bir sistem olsun suç, ceza ve adalet kavramlarını siyasetin ve hukukun ikici dilinden kurtarmalı; bireyin biricikliğini kavrayarak sanatın, felsefenin diliyle görebilmeliyiz. Eğer hapishanelerin yarınını değiştirmek istiyorsak sorulacak soruları da iyi düşünmek gerekiyor. Buna “Baskısız, işkencesiz daha iyi bir hapishane nasıl olmalı?” demek yerine mesela “Suçlu olduğu varsayılan bir insanı kapatmanın suçun yaygınlaşmasını önleyici bir etkisi olabilir mi?” diye sormalı.
Ecem Karagözoğlu
Yazının ilham kaynağı olan Işık Ergüden’in kitabı için bkz. Hapishane Çağı: Kapatılan İnsan, Sel Yayıncılık, Red Kitaplığı, 2017.
İlk yorum yapan siz olun