İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Tuğba Sivri: “Evin içinde bir hayalet dolaşıyor”

Evin İçinde Bir Hayalet Dolaşıyor

Tuğba SİVRİ

“Evde kaldığınız bu süreyi iyi değerlendirin, kendinize yatırım yapın, kendinizi geliştirin, üretin, dil öğrenin, online kurslara katılın, boş durmayın…” Galiba son zamanlarda en çok maruz kaldığımız mesajlar bunlar. Oysa evden çalışma yahut işine ara verip evde kalabilme “ayrıcalığına” sahip kesim için de oldukça zor, hepimizi psikolojik olarak derinden etkileyen, insani ilişkilerimizi yeniden kuran, olağanüstü bir durumdan geçiyoruz. Ancak nedense, tamamen insancıl değerlere yönelen söylemlerde bile ekonominin dilini kullanmaktan, “yatırım”dan, “üretim”den, “vakit nakittir”den kurtulamıyoruz. Burada bir sorun var.

Herbert Marcuse, çığır açıcı eseri Tek Boyutlu İnsan’da insanın ekonomik bir varlığa indirgenmesini eleştiriyordu. Marcuse’a göre, “Toplumun baskıcı yönetimi ne denli ussal, üretken, uygulayımsal ve bütünsel oluyorsa, yönetilen bireylerin köleliklerini kırabilmelerini ve kendi öz kurtuluşlarını kavrayabilmelerini sağlayacak araç ve yollar da o denli tasarlanamaz olmaktadırlar. (…) Tüm kurtuluş kölelik bilinci üzerine dayanmaktadır ve bu bilincin doğuşu her zaman büyük bir düzeye dek bireyin kendisinin olmuş olan gereksinim ve doyumların baskınlığı tarafından engellenmektedir. Süreç her zaman bir ön-koşullandırma dizgesini bir başkası ile değiştirmektedir; en uygun hedef yanlış gereksinimlerin gerçek olanlarla değiştirilmesi, baskıcı doyumun terkedilmesidir.”[1] (vurgu bana ait). Öyleyse en başta “gereksinim”lerimizi yeniden tanımlamamız, ihtiyacımız olanı yeniden bulmamız gerekiyor. 

Salgın sürecine bu açıdan bakacak olursak devletlerin, en başından beri sermayeyi önceleyen, insan hayatından çok ekonomik istikrara odaklanan yaklaşımları üzerine birçok şey söylendi zaten. Ancak bu türlü bir politik yaklaşımın “ürünleri” olan özellikle 20-50 yaş arası genç nesillerin durumla başa çıkma yöntemleri ya da durumu kavrayış şekli nasıl oldu? Bizler, her gün daha fazla ölüme sebep olan ve etrafımızdaki herkesi etkileyebilecek bu salgınla nasıl yüzleşiyoruz?

Evin Cinsiyeti

Kişisel gelişim önerilerinin, sınıfsal olarak ayrıcalıklı bir gruba seslendiği defalarca yinelendi. Şunları bunları öğrenin, kendinizi geliştirin söylemlerinde sadece sınıfsal değil, cinsiyete dayalı farklılıklar da var. Evde kalmanın kendisi bile cinsiyetli bir eylem olarak karşımıza geliyor. Nitekim dışarı çıkmamaları yönünde defalarca uyarılmalarına rağmen sokağa çıkan yaşlı erkeklerin, sokak röportajlarında “Evde durup bulaşık mı yıkayacağım?” demeleri, aslında evde durmanın “kadınsı” ve “aşağılık” bir durum olduğunu ortaya serer.

Evde durmak, aksi “yasak” olduğu müddetçe bir hapis hayatından farksız hale gelebilir ve bunu da en iyi kadınlar bilir. Ev işlerinin boğucu tekrarı, özellikle bu işler sizin görevinizmiş gibi düşünüldüğünde insanın vaktini ve enerjisini sömürmekle kalmaz, zihinsel ve duygusal gelişimini de engeller. Bunun için kadınların yüzyıllar boyunca belli başa çıkma mekanizmaları geliştirdiklerini, kendi kamusal alanlarını oluşturma ve kendilerini “eğleyebilme” becerilerinin erkeklere nazaran daha güçlü olduğunu söyleyebiliriz. Belki de bu süreç, özellikle daha önce evden çalışma gibi bir deneyimi olmayan genç erkeklerin evle tanıştıkları, belki yüzyıllardır küçümsedikleri yemek yapma, el işleri, temizlik gibi “kadınsı” faaliyetlerle bir şekilde içli dışlı olmak zorunda kaldıkları bir süreç oluyor. Her ne kadar kimi erkekler, “entelektüel üretim” yerine ev içi yeniden üretime katılan, evde ekmek yapıp sosyal medyada yemek tarifi paylaşan diğer erkekleri kadınsılaşmakla “suçlasalar” da entelektüel erkek, kendisi makalesini yazarken sessizce önüne sıcak ekmeğini koyan karısının ev içi emeğine belki de daha yakından bakma, ev içi yeniden üretimin değerini kavrama fırsatını elde etti.

Fırsat diyorum, çünkü homo economicus, karşılığında maddi ya da sembolik/kültürel bir gelir elde etmediği faaliyeti küçümseme, onu değersizleştirme ve bir yerde “kadınsılaştırma” yoluna giderken aslında buradan çıkabilecek direniş alanlarını da kaçırmış oluyor. Hayır, camları silmenin devrimci bir eylem olduğunu söylemiyorum; camları silmenin, ekmeği pişirmenin, çocuğun altını değiştirmenin kendiliğinden gerçekleşmediğini, bunları yapan “ev perisi”nin aslında kanlı canlı, bilişsel bir varlık, bir kadın olduğunu fark etmenin devrimciliğinden bahsediyorum. 

Ekmek yapmayı, tuvalet temizlemeyi, çamaşır yıkamayı, ütü yapmayı… öğrenmek, “kendini geliştir, kendine yatırım yap” diyen piyasa sesine uygun faaliyetler olmayacaktır kuşkusuz. Ama kendini idame ettirmek, karnını doyurmak, temiz kalmak için; yani entelektüel gelişimden önceki o temel hayatta kalma aşaması için de bir o kadar gerekli becerilerdir bunlar. Erkeklerin, ataerkil rejimde öğrenmekten imtina ettikleri, hatta öğrenmelerinin hoş karşılanmadığı, onların yerine başka birilerinin (kadınların) yapması beklenen, hem “temel ihtiyaç” hem değersiz işlerdir. Öyleyse, erkeklerin “evin cinsiyeti” üzerine düşünmeleri, -Marcuse’tan hareketle- “gereksinim”lerini yeniden tanımlamaları için bu salgın süreci devrimci bir fırsat olabilir.

En “Üretken Çağ”ında Evde Durmanın Dayanılmaz Ağırlığı

Girişte bahsettiğim mesajlara tekrar bakalım: “Evde kaldığınız bu süreyi iyi değerlendirin, kendinize yatırım yapın, kendinizi geliştirin, üretin, dil öğrenin, online kurslara katılın, boş durmayın…”. Bu önerilerin ya da talimatların, hiçbir şekilde işinden izin alması mümkün olmayan ve kovulmamak için çalışmaya devam etmek zorunda olan, yevmiyeli ya da geçici işlerde çalışan, bununla birlikte kira ödemek, çocuk bakmak gibi yükümlülükleri olan ortalama işçiler için bir şey ifade etmediği aşikâr. Ancak “evde kalma ayrıcalığı”na sahip, işi evden çalışmaya müsait olduğu için ya bu süreçte evden çalışmaya başlamış ya da zaten evden çalışan beyaz yakalı işçiler için bu tavsiyeler ne anlam ifade ediyor?

Hazal Çakmak’ın sunduğu ve adıyla müsemma Kayıp Nesil programında da değinildiği üzere, özellikle 20-35 yaş arası gençler için belirsizlik, salgının çok öncesinden beri hayatın bir gerçeği olarak duruyordu. Bu nesil için emekli olma, ev alma, hatta sabit gelirli bir işte çalışma gibi anne-babaları için oldukça standart sayılabilecek hayat merhaleleri, büyük bir belirsizlik sisi ardına saklanmış ve varlıklarından asla emin olamayacakları birer ihtimalden başka bir şey ifade etmiyordu. Şimdi bu belirsizlik katmerlenmiş oldu. 

Özellikle bu belirsizlikten akademik hayata “kaçan”, “sığınan” gençler için geçici işlerde çalışmak; çeviri, editörlük, grafikerlik, montajcılık gibi kültürel bir sermaye gerektirse de tatmin edici bir gelir sağlamayan işlerle hayatta kalmaya ve akademik hayatta yer edinmeye çabalamak, salgınla başlayan bir mücadele biçimi değildi. Bu yüzden belki de evde kalma mecburiyetinden en az etkilenen kesim de zaten hayatları bir belirsizlik sarmalında süren bu genç kesim oldu. Ancak evde çalışmaya bu salgınla başlayan beyaz yakalılar için durum biraz daha farklı. 

İş ilanlarının olmazsa olmaz kriteri “esnek çalışma saatlerine uyum gösterme”, evde çalışan beyaz yakalı işçiler için günün her saatini patrona teslim etmekle eşdeğer bir anlam ifade etmeye başladı. Her gün daha fazla kişinin sosyal medyada “Mail, görüntülü konuşma, telefon görüşmeleri derken normalde yaptığım işin iki katını yapmaya başladım. Gece gündüz demeden çalışıyoruz, yoğunluk arttı” gibi şikayetlerini dile getirdiklerine şahit oluyorum. Kimileri bu durumu, “verimlilik arttı, bakın evden çok daha iyi çalışıyoruz” diye karşılayarak insanı ekonomik bir araç, makinenin bir çarkı olmaktan öte görmediklerini itiraf ederken aslında idrak etmemiz gereken şey, kendimiz ve sevdiklerimiz her an hastalanma ve ölme riski altındayken bile üretimimizin durmamasından başka derdi olmayan bu sistemin insan dışılığıdır. 

“Normale Dönemeyiz Çünkü Eski Normalimiz Sorunun Ta Kendisiydi”

Bu insan dışılığı fark ettiğimizde de hedefimiz yeniden “normal”e dönmek olmayacaktır şüphesiz. Çünkü düzenin normal’i, bizi kendi canımız için endişelenme, sevdiklerimiz için telaşlanma, severek yaptığımız şeylere özlem duyma ve yitirdiklerimizin yasını tutma gibi insani duygularımıza birer aksaklık, iş saatleri dışında çabucak yaşanıp geçilmesi yahut tamamen görmezden gelinmesi gereken birer bozukluk olarak bakıyor. Düzenin normal’i, kendisinin akışına tamamen hayati nedenlerle ara verdiğimizde bile bizden yine düzene yarayacak pratikler geliştirmemizi, kendimize bir üretim aracı olarak bakmamızı ve bu aracın işlerliğini yitirmemesi için becerilerimizi geliştirmeye devam etmemizi söylüyor. Bütün bunları yapamıyorsak, endişe ve kaygılarımız kendimize “yatırım yapmamıza” müsaade etmeyecek denli yoğunlaştıysa da bu verimsiz halden yine düzene yarayacak şekilde “iyileşmemizi” bekliyor. 

Evde çözmemiz gereken en önemli şey bence tam da bu iyileşme pratiklerimiz. Dünyada insanca yaşamak istiyorsak her şey “normal”e döndüğünde hiçbir şeyin “normal”e dönmemesi gerekiyor. Düzenin normali’nde kendimizi sakinleştirmek ya da mutlu etmek için alışveriş yapmamız gerekir örneğin. Nitekim karantina boyunca dışarı çıkamayan insanların online alışverişe yüklenip ayakkabıdan kozmetiğe, tepeden tırnağa hiç de elzem olmayan şeyleri satın alıp durduklarını, artan satış grafiklerinden okuyoruz. Oysa gereksinimlerimizi yeniden tanımlamaya başlayabilirsek bu, düzenin değişmesi için en büyük devrimci adım olabilir. Evdeki kıyafetleri bir daha giyip giyemeyeceğimizin bile belirsiz olduğu şu zamanda yeni bir ayakkabının ihtiyaç olmadığı aşikâr, ama kendini başka türlü tatmin, mutlu, memnun etmeyi bilmeyen “normal” insana alternatif yollar sunmak gerekiyor. İnsanın kendiyle iletişime geçmesi meselesi de tam burada metafizik bir söylemden öteye geçip devrimci bir nitelik kazanıyor bence. 

Kendini Bilen Evreni Bilir

Çok eski öğretilerde insanın kendini tanıması, bilmesinin önemi hep vurgulanır. Bu vurguyu içe dönük ve pasif bir kabulleniş hali olarak değil de aktif ve yaratıcı bir keşif yolu olarak okumayı başarabildiğimizde aslında sınıfsal, cinsiyete ve etnisiteye dayalı hiçbir eşitsizliğin olmadığı; bilimin, kültürün ve üretimin, insanı, doğanın bir parçası olduğu gerçeğinden koparmadan gerçekleşebildiği o özgür düzeni kurmanın mümkün olduğunu da görebileceğiz. Para kazanmak ya da para kazanmamızı kolaylaştırmak için değil, kendimizi gerçekleştirmek için öğrenmenin, üretmenin, yazmanın, sanat yapmanın ve sanatı alımlamanın tatmin ediciliğini keşfedebildiğimizde, kendi gereksinimlerimizin de aslında o yedinci ayakkabı ya da lüks kol saati olmadığını fark etmemiz mümkün olabilir. Bütün bunlar çok bariz gerçeklikler gibi görünse de hayatı sürdürme şeklimiz her zaman bu gerçeklikleri idrak etmemize izin vermiyor. Bu karantina, bu anlamda bir değişiklik yaratabilir.

Tarihsel materyalist yöntem bize tarihin bitmediğini, hiçbir toplumsal olgunun sadece kendi başına mutlak olarak devrime ya da totaliterliğe yol açmayacağını, bunun için insanın aktif özne olduğunu söyler. Bu durumda bu virüs ve virüse bağlı karantina durumu da tek başına ne bizi özgürleştirecek ne de yıkıma götürecektir. İnsan, tarih boyunca kimi kendi eliyle hazırladığı kimi dışsal birçok yıkıcı durumdan daha iyi ve daha eşit bir dünyaya uyanabilmeyi başardı. Bu gerçeği unutmadan, insana dair umutları kaybetmeden, ama buradaki aktif rolümüzü de görmezden gelmeden hareket eder; toplumsal ve kültürel alışkanlıklarımızı, kapitalist üretimin istediği şekilde değil de insani ihtiyaçlarımıza, gerçek gereksinimlerimize göre yeniden düzenleyebilirsek bu süreç bir fırsat olabilir. Evet, ölüm başucumuzda; ama hayatı yeşertecek olan da yine biziz.  


[1] Herbert Marcuse (1990), Tek Boyutlu İnsan, İdea, İstanbul, s. 6

Bir yorum

  1. Rabia İşeri Rabia İşeri

    Merhabalar öncelikle yazınız için teşekkürler, emeğinize sağlık. Okumayı tamamladıktan sonra bazı kısımlarda çelişkiye düştüğünüzü belirtmek istedim. Elbette tüketim, kapitalist asimetri, sınıfsal eşitsizlik, cinsiyetçilik ve birçok konuda haklısınız fakat bu dönemde yalnızca virüse odaklanmak, devamlı olarak sevdiklerimizin veya kendi sağlığımızı düşünmek insanı yalnızca yıpratır, anksiyete getirmekten başka bir sonuca ulaştırmaz. Kimsenin erişim süreci aynı değil elbette fakat hiçbir eylem yapmadan artan kaygılarla günlerimizin geçmesinin aksine birkaç online kurslara başlamanın ya da kendimizi geliştirmenin bir sakıncasını görmüyorum. Yazının ilk ve son kısmı bu bağlamda çelişiyor , iyi gunler :)))

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir