Sınırları Olmayan Bedenler: Kırılganlığın Sınırlarını Yeniden Düşünmek
George Yancy
Çeviri: Pınar Eldemir
Bu yazı ilk olarak Los Angeles Review of Books tarafından yayımlanmıştır.
Bizim derin gerçeküstü bu anımızda ölüm, ölmek ve hastalık bol. COVID-19’un küresel etkilerini derinden yaşadığımız için de belirsizlik, korku, kaygı ve terör gibi şeylerle karşılaşıyoruz. Bu varoluşsal tehdidin yarattığı uyanış sürecinde bizler ebeveynlerimizi, büyükanne ve büyükbabamızı, çocuklarımızı, eşlerimizi ve arkadaşlarımızı kaybettik. Bilmediğimiz için asla üzülemeyeceğimiz ve daha tanımadığımız binlerce insan var. Yine de burada, hep birlikte, 24 saatlik döngüler içinde cesetlerin birikmesine tanık oluyor, derme çatma morgların oluşmasına ve politik, ırksal, kimliksel ve dini “saflık” çabalarımızla dalga geçen bir virüse dayanmaya çalışıyoruz.
COVID-19 aslında bir pandemi. “Pan”ın, Yunan mitolojisine göre insanlara korku ve endişe saçan bir tanrı olduğu söylenir. Korkuyoruz ve dehşet içindeyiz. Sonuçta, ırk, cinsiyet, sınıf, coğrafya, ekonomik eşitsizlik, narsisist sağ popülizminde son dönemde ortaya çıkan figürler, Almanya, Fransa, Macaristan, Brezilya, Danimarka ve ABD gibi ülkelerin dahil olduğu zenofobik topluluk ve ülkeler COVID-19’un umurunda değil. Virüs aynı zamanda egemenlik, mutlak kontrol, koşulsuz kendi kendini yaratma ve zarar görmezlik iddialarımızı yanlışlıyor.
Neoliberalizmin kendisini tekil ve kendi kendine yeterli gören kendilik fantezisi sadece bir fantezi. Trent H. Hamann’ın yazdığı gibi:
“Neoliberal iktisadi insan (homoeconomicus) toplumsal gerçekliği rasyonel fayda ve fayda-maliyet analizi yaparak diğer tüm değer ve düşünceleri dışarıda bırakmak için tamamen toplumsal olanı yönlendirmekten sorumlu özgür ve otonom bir “tekil” bireyin kişisel çıkarıdır. Bu tür toplumsal koşullar altında gelişim gösteremeyenlerin de kendilerinden başka suçlayacak kimsesi yoktur.”
Yani, COVID-19 bu kadar geniş ölçekli gerçeği umursamazken, bizim yaptığımız (ya da yapmayı başaramadığımız) şeyler sebebiyle olumsuz etkilenen çok kişi olacak. Bu anlamda “ötekinin” varoluşsal ağırlığının hareketsiz kalması ve fanatik bir kendini yüceltme halinin orantısız yıkıcı sonuçları olacak. Nela Porobić Isaković şöyle yazıyor:
“Neoliberalizmin etkisinin tam kapsamı salgının ortasında ortaya çıkıyor. Tüm ülke ve bölgeler aynı şekilde etkilenmeyecek. İzole olma becerisi, evden çalışmak, çocuğunuzun evden eğitim alması, stok ihtiyacı, sağlık hizmetlerine erişim ile hayatınızı salgın sonrası finansal (ve psikolojik) olarak eski haline getirmeniz sınıf, cinsiyeti ırk, yaş ve coğrafi koşullara bağlı.”
Başarısız olan ve kendisini suçlaması gereken biziz: Bu kriz esnasında birbirimizi hayal kırıklığına uğrattık, özellikle de açıklarımızı kapatmaya çalışırken. Bu aslında kendimiz dışındakini düşünmemizdeki- bireysel ve ulusal ölçekteki varoluşsal bir tehdit hakkındaki- küresel hazırsızlığımızın kanıtı.
Felsefi olarak, kendimizin yanlış anlatılarının ötesinde ayrık, tekil, hava geçirmez bir şekilde kapalı kalmış ve “güvenli” bir şekilde düşünemedik. Judith Butler’ın da söylediği gibi, “ilişkisellik içinde kurduğumuz; karışan, borçlu kalan, türetilmiş, bizden önce ve bizim ötemizde sürdürülen bir toplumsal dünya” ile yüzleşme konusunda başarısız olduk. Buna benzer biçimde, James Baldwin bize herhangi gerçek bir değişikliğin güvenlik kaybı anlamına geldiğini hatırlatıyor. Kısacası, Baldwin başkalarının yaşamları pahasına kendini korumanın manifestosu olmuş güvenlik biçimlerine karşı eleştirel bir tutum sergiliyor. Hatalarımızı anlama ve aslında rasyonel varlıklar olduğumuz, köşeleri olmayan iç içe geçmiş bedenlerimizin olduğunu ve bu yüzden de temelde tehlikeli ya da bağımlı ve başkaları tarafından sürdürülen bedenlerden ibaret olduğumuz düşüncesini eleştiriyor.
Kenarlar bazı şeylerin dış sınırları olduğu anlamına gelir. Ancak, insanlar olarak, ya da bence, her zaman bize tam tersini söyleyen politik ve etik açıdan dar hayal gücümüze ve “liderlerimizin” kendimize hâkim olma düşüncesi ve kişisel çıkarlar retoriğini kullanarak tam tersini yapmamızı dikte etmesine rağmen, biz daima toplumsal bir dokuyla ve dokunuşu içeren küresel bir bağ ile birbirimize bağlıyız.
Böyle bir felaket anında, birbirimize olan bağlılığımızı radikal bir biçimde yeniden düşünmeye zorlanıyoruz. Belki de bu inanılmaz derecede kıyameti hissettiren bir umut ışığıdır. Bu kavramı açıklığa kavuşturmak için kelimesinde olduğu gibi “ortaya çıkarmak” anlamındaki etimolojik karşılığıyla kullanıyorum. Bizim birbirimize olan bağlılığımız eski bir fikir değil ama mecazen Lethe sularında Hades’teki unutkanlık nehrinin üzerinin kapatılması gibi.
Başpiskopos Desmond Tutu unutmadı: “İnsanlığım sizinkine bağlı çünkü yalnızca birlikte insan olabiliriz.”
Martin Luther King Jr unutmadı: “Gerçek anlamda tüm yaşamlar birbiriyle bağlantılıdır.” Ayrıca “hepimiz karşılıklığın kaçınılmaz ağına yakalandık, kaderin tek bir giysisine bağlıyız” diye yazmıştı.
Rabbi Abraham Joshua Heschel unutmadı: “Bazılarımız suçlu; hepimiz sorumluyuz.” Heschel’in sorumluluk konusunda yaptığı vurgu benim hayatımın sizin hayatınıza, acınıza, sızınıza, neşenize, büyümenize, eksilmenize, ölümünüze, virüs ile ilgili olan kırılganlığınıza nasıl karıştığını anlatıyor.
Judith Butlar unutmadı: her birimizi “bir toplumsallığın aştığı” üzerine konuşuyor.
John Mbiti unutmadı: “Benim çünkü biziz ve biz olduğumuz için ben benim”. Bu düşünürler unutulmadı. Onlar gerçeği açıklamak, ifşa etmek anlamına gelen hakikati anlattılar.
Bu kısa savunma ve eleştiri, küresel korku ve çoğalmanın azaldığı bu zamanda bizi başarısızlığa uğratan neoliberal çerçevenin, etik olmayan toplumsal bir ontolojinin sınırlarını çizmek üzere tasarlandı. Victor Hugo şöyle yazıyor, “Hiçbir şey zamanı gelen fikirlerden daha tehlikeli değildir”. Bu fikir bizim zaten dokunan varlıklar olduğumuzdur. Bizim şimdiki gerçekliğimiz sınırları olmayan bir ontolojinin sınırları olmayan ve engelsiz karşılıklı bir bakım anlayışının aşılandığı ve sürdürüldüğü bir etik anlayışının habercisi.
Bitirirken COVID-19’un aşkın radikal bir aşk virüsü olduğunu düşünün. Bu daha farklı bir paniğe sebep olurdu. Farklı bir aciliyeti olan- insanlık olarak birbirimizin hayatına ne kadar karıştığımızı gösterecek zamanımız olmadığına dair bir duyguyla ve birbirimizden ne kadar çok sorumlu olduğumuzla ilgili daha farklı bir korku ve belirsizliğe dayanırdı. Hatta belki de birbirimizi ne kadar sevdiğimize. Birbirimizle olan ilişkimizi ifade etmek için yeni bir beden diline ihtiyacımız var, özellikle tıpkı “benim bedenimin” New York’ta yaşayan ve COVID-19 ile mücadele veren bir evsiz kişiye dokunduğu gibi, neden ebeveynleri ya da büyükanne/babasının bizim hazırlıksız yakalandığımız bir virüs yüzünden neden öldüğünü çaresizce anlamaya çalışan birisine dokunduğu gibi, dua eden bir keşişe dokunduğu gibi, ölen bir ağaca dokunduğu gibi, düşen bir kar tanesine dokunduğu gibi ve (şimdilerde giderek artan) karbon ayak izimize dokunduğu ve etkilediği gibi.
21.yüzyıldaki bu korkunç öngörülememiş anda, sınırsız bir ontoloji, küresel somut bir bağlılık anlayışı, paylaşılan ve yapıcı olan küresel bir sorumluluk anlayışı artık zamanı gelmiş olan fikirdir.
[…] Bu yazının İngilizcesi ilk olarak George Yancy tarafından Los Angeles Review of Books ‘ta, Türkçesi ise Universus’ta yayınlanmıştır. […]