İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Emma Louise Backe: Feminist Antropoloji | Çeviri: Pınar Eldemir

Feminist Antropoloji

Emma Louise Backe

Çeviri: Pınar Eldemir

Bu yazı ilk olarak the New Inguiry‘de yayımlanmıştır.

Diğer bilimsel disiplinlere kıyasla antropoloji görece yenidir- 1990’lerin başına kadar etnografik saha çalışmasının ve teorinin temel ilkeleri araştırmacılar tarafından dikkate alınıp ele alınıp tasarlanmamıştır. Kültürel farklılık analizi sıklıkla ayrımcılığın ve sahip olmanın “ilkel” ya da geleneksel kültürlerini haklı çıkarmayı uman kolonyal rejimler tarafından tercih edilse de erken dönem antropoloji temel olarak insan farklılıklarını inceleme çalışmalarıydı. 

Antropologlar 19. yüzyıl ideolojilerinin biyolojik determinizmine mesafeli dururken, yabancı ve madun toplulukları çalışmak için daha incelikli, bir bağlama oturmuş ve yansıtıcı yaklaşımları kullandılar. Franz Boas sıklıkla 20.yüzyılın modern antropolojisinin kurucusu gibi anılsa da, aslında kadın öğrencileri de bu modern sosyokültürel antropolojinin ve etnografik saha çalışmasının temellerini atarken eşit biçimde sorumluluk sahibiydi. Boas Columbia Üniversitesi’nde görev yaparken Ruth Benedict, Zora Neale Hurston ve Margaret Mead gibi disiplinin entelektüel zeminini ve 20.yüzyıldaki popüler kültür ve cinsellik anlayışlarını yeniden şekillendiren antropologlar yetiştirdi. 

Zora Neale Hurston daha çok edebi çalışmalarıyla bilinirken, o aynı zamanda Barnard’dan antropoloji alanından mezun olan ilk siyahi kadındı. Afrika-Amerikan folkloru üzerine yaptığı otoetnografik çalışması olan Mules and Men (1935) ile Haiti ve Jamaika’daki voudon’un ruhani geleneklerini analiz ettiği Tell My Horse: Voodoo and Life in Haiti and Jamaica (1938) 1900’lerin başında yeni yeni gelişen bu alanda yapılmış en önemli eserlerdendi. Hurston Ruth Benedict ile ikisi de Columbia’da öğrenciyken çalıştı. İkisi de antropoloji ve folklorun kesiştiği noktadan oldukça etkilenirken, Benedict en çok Boas’ın kültürel görelilik kuramıyla beslediği Patterns of Culture (1934) çalışmasıyla biliniyordu. Benedict bir topluluğun değerleri, gelenekleri ve inançlarının toplumsal bir zemine bağlı olduğunu ve bu örüntülerin kültür içinde üretildiği, yeniden üretildiği ve dolaşıma sokulduğu konusunu savunuyordu.

Benedict’in araştırması antropolojinin dünyayı insanların farklılıkları için güvenli bir yerine getirmeye dayanan temel amacıyla sürdürüldü. Ancak etnografik araştırmalar için önemli olan konular oluşturan farklılıkları türleri genellikle erkeklerin ses ve deneyimlerini ön plana çıkarttı. Kadın antropologların sayısız katkısına rağmen disiplin erkekler ve kültür çalışmalarının erkek egemen bakış açısıyla domine edildi.  Her ne kadar antropoloji Batı’nın dünya hakkındaki varsayımlarını karıştırmaya çalışsa ve toplumsal hayatın ve kültürün temel kategorilerinin yaratıcı, çok yönlü yapılara ve yinelemelere ait olduğunun altını çizse de 20.yüzyılın başlarındaki etnografik çalışmalar kendisine çok büyük ölçüde erkekleri muhatap aldı. Belki de bu kadar çok erkek antropolog olduğu için etnografik alanlara erişim daha büyük ölçüde kendi toplumsal ortamlarının uzmanları gibi davranan erkek toplulukları etrafında gerçekleşti. Erkeklerin kültürel perspektifinin kadınları eşit biçimde temsil edebileceğini düşünmek son derece naif bir bakış açısı oldu. Bu dikkatsizlik ayrıca cinsellik konularında soru sormaya ve geleneksel topluluklardaki güç ve prestijin toplumsal cinsiyet boyutunu araştırmaya yönelik şaşırtıcı bir isteksizlikten kaynaklandı.

Margaret Mead buradaki boşluğu göstermek için Güney Pasifikt’teki saha çalışmasıyla antropologları toplumsal cinsiyet ve cinselliğe dair eleştirel bir biçimde bakmaya zorladı. Coming of Age in Samoa (1928) ve Growing Up in New Guinea (1930) Mead’in Batı’nın cinsellik, cinsel akışkanlık ve toplumsal cinsiyet rolleri anlayışlarındaki paradigma değişimine yönelik yapılan pek çok etnografik çalışmanın ilkiydi. Mead’in Güney Pasifik’teki kadın ve erkekler arasındaki geleneksel cinsel ilişkilerin ne “doğal” ne de kültürel olarak evrensel olduğunu gösteren çalışması 1960’lardaki cinsel devrimi hızlandırdığı için sıklıkla övülür.

Feminist antropoloji gerçekten 1970’lere kadar ikinci dalga feminizmle eş zamanlı olarak ortaya çıkmadı. Elen Lewin Feminist Anthropology antolojisinde hareketin etnografik yazılarda kadınların rolünün iyileştirmeye ve güçlendirmeye dayandığını savunur. Feminist antropologlar erkek muhataplarının üstünlüğünü sorguladı ve kadınların seslerini yükseltmek için çalıştılar. “Kalkınmadaki kadınlar” paradigmasının hala geçerli olduğu 1970’lerin feminist etkisiyle bilgilendirilen toplumsal cinsiyet çalışmaları genellikle kadınların kadınlar tarafından çalışılmasıyla bütünleştirilmişti. Feminist antropologlar ayrıca toplumsal cinsiyet kategorilerini hakkındaki soruları cevaplamak için çaba harcadı. Lewin bu sorulara “antropolog olmayan siyasi müttefiklerimiz – “kız kardeşlerimiz”- bizi kadınların baskısını kültürler arası olarak sürdürmek gibi önemli bir şeyle görevlendirdi. Kadınlar hep eziliyor muydu? Kadınların statüsünü etkileyebilecek ekonomik, kültürel ve tarihsel etkenler var mıydı? Bu kültürler arası statüyü nasıl değerlendirebiliriz?” diyerek cevap verdi. 

Feminist antropoloji ayrıca arkeolojik kayıtlara geçen “erkeklerin avcı, kadınların ise toplayıcı” olduğuna dair temel düşüncenin sorunsallaştırılmasını ve bizim bir tür olarak evrimimizin tarihsel boyutunu yeniden gözden geçirdi. Kadınların zaman içinde ve kültürler arasındaki rolünü anlama isteği kısmen kadınların daima baskılanıp baskılanmadığı ve boğun eğdirilip eğdirilmediği sorunundan ortaya çıktı. Kültürel durumsallığın ve feminist antropolojiyi bilgilendiren özdüşünümselliğin önemi aynı zamanda toplumsal cinsiyet ve biyoloji arasındaki varsayılan ilişkiyi de derinden bir biçimde yeniden çalışmaya itti. Kadın olmanın ne anlama geldiği, kadınlığın toplumsal yapısı ve performansı ve kadınlar tarafından sahiplenen cinsel rollerin toplumsal cinsiyetin içsel ve küresel yanından çok tarihsel ve kültürel bir bağlamda anlaşılabileceği konusu netleşti.

Ancak 1980 ve 90’lar ile birlikte feminist antropologlar kadını bütün bir kategori olarak çalışmaktan uzaklaştılar ve bunun yerine maddi, politik, ekonomik ve tıbbi koşulları göz önünde bulundurup bunu daha da karmaşıklaştırarak burada hangi toplumsal cinsiyetin ifade edildiği üzerinde durdular. Lewin’in anlattığı gibi, “…böylece alan, belli kişilerin deneyimlerini belgelemekten –yani kadınların- sadece araştırmanın parçası olan değil ama aynı zamanda antropologların kendilerinin de incelendiği ve toplumsal cinsiyetin daha geniş anlam, etkileşim ve güce dayalı kalıplar içinde okunduğu bir yere evirildi.” Bu zaman dilimi içinde, etnografik bakış sadece cinsiyetlendirilmiş analizin giderek daha incelikli konularına yönelmemiş aynı zamanda disiplinin kendisine de yönelmiş oldu. Bazı feminist antropologlar daha kişisel ve şiirsel otoetnografik tarzlarda olduğu gibi alternatif yazım biçimleriyle uğraşmaya başlarken, diğerleri antropologları feminizmin teorik provokasyonları ve olasılıklarını içselleştirme hatasına düştüğü konusunda eleştirdi. Marilyn Strathern’in yazdığı An Awkard Relationship: The Case of Feminism and Anthropology” (1987) eserinde disiplinin radikal bir dönüşümüne sebep olmak ve feminist antropolojinin bir bütün olarak disipline uygulanması yerine bazı araştırmacılar tarafından bir alt alan olarak ele alınmasından yakındı. 

Feminist antropolojinin daha yakın dönem çalışmaları muhafazakar dini bağlamlarda toplumsal cinsiyet, cinsellik ve siyaseti (Abu-Lughod 1986Mahmood 2005); kadın bedenlerinin tıbbileştirilmesi ve üreme sağlığı (Ginsberg 1998Martin 1987Rapp 2000); kadın sünneti (Gruenbaum 2001) ve antropolojinin kültürel göreceli etik ikilemlerini bir kenara koyan toplumsal cinsiyete dayalı şiddet (Das 2007Merry 2008Wies and Haldane 2011) konuları hakkındadır. Donna Haraway’in Cyborg’u hem 21.yüzyıl feminist antropolojisi için hem de kadın olmanın ne anlama geldiği hakkındaki alternatif düşünceler için önemli bir metafor haline geldi. 

Feminist Antropoloji derneği 1988’de kuruldu ve sosyokültürel antropoloji, dil antropolojisi, biyolojik antropoloji ve arkeoloji gibi dört alt disiplinden antropologları etnografik yazıyı denemeye ve toplumsal cinsiyet çalışmalarına yönelik teorik çalışmaları ve metodolojik yaklaşımları ile madunların yaşadığı mücadelelerde bu topluluklara yardımcı olan politik araştırmalara odaklanıyor. Feminist antropolojinin kapsamı ve genişliği hareketin başlangıcından itibaren ve erken dönem 1970’lerden beri önemli ölçüde artmıştır ancak feminist antropolojinin kimliği halen değişkendir. Toplumsal cinsiyet ve cinsellik feminist yazında önemli temalar olarak kalırken, feminist antropolojinin anlamı ve feminist etnografi ile olan bağlantısı halen belirsiz bir yerde duruyor. 

Okuma Önerileri 

  1. Behar, Ruth and Deborah A. Gordon, eds. Women Writing Culture. Berkeley: University of California Press, 1995.
  2. di Leonardo, Micaela, ed. Gender at the Crossroads of Knowledge: Feminist Anthropology in the Postmodern Era. Berkeley: University of California Press, 1991.
  3. Shostak, Marjorie. Nisa: The Life and Words of a !Kung Woman. Cambridge: Harvard University Press, 1981.

Bir yorum

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir