İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Pınar Eldemir yazdı: “Profesör olmuşlar ama daha hala lisans yıllarındaki kavga sürüyor”| Akademideki Sorunlar III

Pınar Eldemir

Aylin’in sözleriyle kapatmıştık dün yazıyı. Hocası numarasını engellemişti. Evet, tez hocası. Ben bugün biraz daha buradan devam edelim istiyorum. Çünkü akademisyenlik mesleği hep konuştuğumuz gibi bir meslekten hem azı hem fazlası. Bir sıkışma hali var ortada. Bu sıkışmanın bir yanı hocalarsa, bir yanı öğrenciler, bir başka yanı da idareciler. Bu grupların birbirleriyle kurdukları iletişimin kişisel tarihi de pek çok şeyi etkileyebiliyor. Yani diyelim ki tez danışmanınızın bir başka hocayla bir husumeti var. O zaman o başka hocanın yakınından bile geçmemeniz gerekiyor.

Bu araştırmanın görüşmelerini yaparken kafamda belli şeyler vardı. Kendi gördüklerim, gözlemlediklerim, okuduklarım, hissettiklerim ve duyduklarım. Yani araştırmanın öznesi olarak ben de bu sürecin bir parçasıydım. Zaten bu tip nitel araştırmalarının çıkış biçiminin son derece öznel olması normal. Ancak burada kaçırdığım ve beklemediğim şeyler olduğunu görünce bazı şeyler daha anlamlı gelmişti. Örneğin Mine ile konuşurken bana hocasının problem yaşadığı bir başka hoca ile görüşmemesi ve dahası o hocanın asistanı ile aynı yerde dahi bulunmaması gerektiğini anlatmıştı. Sahada bu örneği ilk duyduğum kişi Mine oldu ancak son olmayacaktı. Zira kişisel meselelerin kurumsal gerilimler yarattığını ve bunun da en çok asistanlara yansıdığını görecektim. Örneğin Sevil akademiyi tanımlarken “…burası başka bir ortam…” demişti ve sözlerine şöyle devam etmişti:

“Burası bambaşka bir ortam. Hiyerarşinin ve güç savaşlarının ortasında kalmak gibi. Kendi çalışmalarını yapman gerekiyor ama bir yandan da buradaki bir şeyi idare etmen gerekiyor. Danışmanın senin ders aldığın biriyle anlaşamıyorsa onu eylemen gerekiyor. Hani o kadar saçma sapan ki yani” (Sevil)

Hocalarla kurulan asistanlık ilişkilerine ek olarak işin bir de tez danışmanı olma boyutu var. Burada vakıf üniversiteleriyle devlet üniversiteleri arasında bir ayrıma gitmek gerekiyor ama elbette genelleme yapmadan. En azından sahadan elde ettiğim izlenimlerim doğrultusunda devlet üniversitelerinde bürokrasinin, vakıf üniversitelerinde ise bir koşturmacanın hâkim olduğunu söyleyebilirim. Piyasanın kuralları toplumun her yerinde geçerli. Bu geçerliliğin devlet ve vakıf üniversitelerinde farklılaşması da gündelik yaşam, çalışma ve boş zaman pratikleri üzerinden olabiliyor. Mesela Nur danışmanının zor bir insan olduğunu ama hocalarla da zaten sıkıntı yaşadığı için bu meseleyi kişisel almadığını anlatmıştı görüşmemizde. Ancak sonrasında şu söyledikleri beni düşündürmüştü epeyce:

“Gerçekten alanında iyi bir insan ve hani anabilim dalı başkanı olduğu için de başka birine geçmek için zaten onun izni gerekiyor. Zaten kimse ona cesaret edemez yani ondan öğrenci almayı. Aynı anabilim dalında başka bir hocayla daha iyi çalışabilirim. Hem insanlık olarak hem çok daha yumuşak bir insan hem de hani tam istediğim alanda o çalışıyor. O yüzden de beni o konuya yönlendirmiyorlar. Çalışırsam da bayağı bir kaos çıkacak gibi. Hem hocaya baskı olacak bana da. Jürimde de olacak” (Nur)

Nur’un anlattıklarında çok ciddi sorunlar var. Ancak bence en görüleni de korkuyla hareket etmek zorunda kalması. Jürisinde olacağı için iyi geçinmek zorunda belki ve bu sebeple de kendi içinde o kişinin iyi bir insan olduğuna yönelik inancını kaybetmemeye çalışıyor. Oysa akademide ihtiyacımız olan şey iyiliğin çok daha ötesinde. Korku ile iş yapma meselesi tabii ki Nur’a has değil. Bazen kendi akademik yükselişini yüksek lisans ya da doktora öğrencilerinin tezlerini bir koz haline getiren kişilerle karşılaşabiliyoruz. Cemre’nin yaşadıkları tam da bu akademik koz kavramının içini doldurmamızı sağlıyor. Sadece kendisinin değil, başkalarının da aynı kişinin baskısına maruz kaldığını anlatıyor:

“Hocam mesela doğum gününde beni aradı ‘doğum günümde kutlamadın’. Hocam dedim fakültede gördüğüm zaman kutlayacaktım. ‘İyi o zaman derhal sana bir görev veriyorum madem doğum günümü kutlamadın. Şimdi o yayından adını siliyorsun. Sadece benim adımı yazıyorsun. İngilizceye çeviriyoruz. Dergide bastırıyoruz’ dedi bana ciddi ciddi. Çünkü yeni profesörlük kriterlerine göre indeksli dergide yayın yapmanız gerekiyor. Emrivaki yani tamamen. (…) Başka öğrencilerine de yapmış bunu. Yani beraber yayın yapmışlar. Sonra yayından ismini çekeceksin diye zorla kâğıt getirmiş yanında imzalatmış falan. Aynı zamanda bu kişilerin yüksek lisans danışmanı ve imzalamazsan tezin bitmez falan demiş. Herkes bu kişinin böyle olduğunu biliyor ama hiçbir şey yapmıyor” (Cemre)

Berrin de tıpkı diğerleri gibi çok farklı bir kurum ve disiplinden gelse de benzer deneyimlerin sözünü ediyor. Ancak Berrin’in yaşadıkları belli ölçülerde farklılaşıyor. Görüşmemizde bir hocasının bir başka hocayla kişisel bir kavgasını ne kadar büyük bir mesele haline getirdiğinden yakınmıştı. Yüzünden de hayal kırıklığını ve öfkesini görebiliyordum.

“Profesör olmuşlar ama daha hala lisans yıllarındaki kavga sürüyor! Seni o hocanın yanında gördü diye sen o hocanın öğrencisi oluyorsun ve öbürü sana selam vermiyor falan. Şöyle söyleyeyim, ben aralık ayında geldim. Dönem sonunda bir akademik kurul toplantısı oldu ve yapılan en ateşli tartışmaların yapıldığı toplantıydı. Toplantı sonunda ben uçuk çıkardım. Konu verilmeyen kadrolar, işte birtakım kadroların başkalarına verilmesi falan ama kavga kıyamet bir toplantıydı. Ben nereye düştüm dedim kendi kendime” (Berrin)

Berrin’in sorusu pek çoğumuz için geçerli: Ben nereye düştüm? Tabii ki iyi deneyimler de vardır ve birileri olağanca rahatlığı ile balkonlarından akademik çalışmalarını yaparken öteye beriye konuşabiliyordur. Klavyelerinin ne kadar değerli olduğunu düşünüp kendilerini akademik çalışmaları üzerinden kuruyorlardır. Sınıfsal olarak rahatlardır yani. Ancak ben bu sahada istisnaların yarattığı politik belirsizliğin üzerinde durmak istemiyorum. Çünkü karşılaştıklarım hiç de istisnai durumlar değildi. Örneğin pek çok kişi akademik hiyerarşinin sanki dokunulabilir bir şey olduğunu anlatırken kendi kişisel sınırlarının nasıl ihlal edildiğini anlattı. Kimisi ise danışmanı tarafından sanki o kişinin çocuğuymuş gibi davranılmasının onu ne kadar yorduğu üzerinde durdu. Aile kavramının yerleşmiş kurgularının akademide de olduğunu görmek beni çok şaşırtmadı. Zira bu benim de kendi yüksek lisans deneyimimde gördüğüm bir şeydi. Hatta Aslı’nın anlattıkları ile son derece özdeşim kurduğumu söyleyebilirim:

“Birazcık bizi çocuğu gibi görüyor. (…) İşle kişisel hayat bir araya girince biraz karışık olabiliyor. Mesela bir şey söylerken sinirlenirken falan daha fevri davranıyor. Çünkü biliyor ki biz zaten bir yandan da arkadaşız ve ben onu affedeceğim. Alınganlık yapmayacağım (…). Mesela erkek arkadaşım Amerika’ya gidecekti. Böyle son 1-2 günümüz falan kalmıştı. Hoca bana bir tane iş verdi. Niye böyle yapıyor diye hocaya sinirleniyorum ama gerçekten benim hocam anlayışsız olabiliyor yani” (Aslı)

Bugünkü yazıyı Neşe’nin sözleriyle kapatmak istiyorum. Çünkü tüm bu karmaşanın akademideki kendilik algımızda çok ciddi hasarlara yol açtığını ve üzerinde daha çok durulması gerektiğini düşünüyorum.

“En önemlisi benim kendimle çelişmeme neden oluyor aslında. Bence çoğu insan bunu yaşıyor çünkü bir hiyerarşi içindeyiz ve siz bana aynı şeyi yapsanız ne yapıyorsunuz der çeker giderim ama orada onu diyemediğim için işte kendime yabancılaşıyorum ve bir noktada ne yapıyorum ben diyorum. Bir yandan da bırakamıyorum. Aslında değerli de bir yerdeyim. O ikilem yaralayıcı bir şey bence” (Neşe)

İlk yorum yapan siz olun

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir