Bu halk “adam” olmaz mı?
Politikanın en apolitik halinin icra edildiği, buna rağmen sırf olup bitenler konusunda haberlere maruz kaldığı için kendini politikleşmiş gören insanların diyarı, güzel ülkemiz Türkiye’de “Bu halk adam olmaz” cümlesi kurulmadan sonlanan bir siyasi sohbet yok denecek kadar azdır. Peki halk denen o cüssedar organizmanın hakikaten adam olmama gibi değişmez bir tabiatı mevcut mudur? Halkın doğası var mıdır?
Yirminci yüzyılın başında “Türk milleti çalışkandır, zekidir” cümleleriyle başlayan uluslaşma süreci, halkın %60’ının aptal olduğu yönündeki oldukça rağbet gören spekülasyonlarla devam etmiş ve en sonunda bu halkın adam olmayacağı yönündeki kutsal mutabakatla nihayete ermiştir.
İnsanlığın büyük halk yığınlarına, toplumlara öz atfetme fikriyle tanışması Heredot’a dayanmaktadır. Heredot, Mısır toplumunun özünde dişilliğin bulunduğunu, Mısırlıların “yumuşak” doğası sebebiyle herhangi bir işgal girişimine güçlü bir mukavemet gösteremeyeceğini, bunun da Mısır’ı istila etmek isteyenlere kolaylık sağlayacağını öne sürmüştür. Yüzyıllar sonra Batılı sömürgeciler aynı özcü fikirleri sömürge halklara uygulamışlar, sömürge kıldıkları toplumları şımarık ve kibirli bir antropolojik hevesle laboratuvara dönüştürmüştür. Irksal özelliklerini listelemiş, hepsine bir “öz” atfetmiştir. Sömürgecilerin bu çalışmaları, işgallere meşruiyet zemini tahsis eden söylemlere dönüşmüştür. Bu uyanık diskurlarla eylemlerine sosyalbilimleştirilmiş bir altyapı devşirmişlerdir. Yerel halkları tarihsel koşullardan etkilenmeyen, brüt, inorganik kütleler olarak ele almış; alabildiğine genelleyici ve indirgemeci bir biçimde onları basitleştirmiş, karikatürize etmişlerdir. Onları tarihe etki edemeyen nesneler olarak ele alıp tarih-dışılaştırdıkları gibi etkileşime giremeyen organizmalar olarak varsayarak da insan-dışılaştırmışlardır.
Eski tip sömürgecilik günümüzde şekil değiştirmiş olsa da sömürgeciliğin düşünsel elementleri hâlâ varlığını sürdürmeye devam ediyor. Toplumlara öz isnat eden sömürgecilik uygulamaları ile kadınlara öz isnat eden erkekliğin tarihsel kökleri ortaktır. Laboratuvarlarda kadın doğasını arayanlar ve “adam olmayı” bir ideal durum, bir norm olarak ele alanlar; Avrupalılığı norm kabul eden sömürgecilerin teorik akrabasıdır. Emeği, bedeni, zamanı, varlığı her bakımdan sömürülen kitleleri; çepeçevre kuşatıldığı şartlardan soyutlayıp sonuçlara odaklanmacı literatür fetişizmi mevcut sömürü düzenini ve ezen-ezilen dikotomisini yeniden üreten bir ideolojik söylemdir. Bu bakımdan “adam olmak” rastgele kullanılan köhne bir deyimden fazlasıdır. Kadınlara, işçilere, ezilen uluslara, azınlıklara dönük sistematik şiddetin tarihin imbiğinden süzülüp gelmiş lümpen ve jenerik ifadesidir.
Bir dönem halkın “mantıklı” tercihler yapması için eğitilmesini savunan kişiler artık eğitim fikrinden de vazgeçmiş ve “bu halk eğitilemezdir” noktasına gelmiş durumda. İdealize ettikleri eğitim fikrini, Antik Yunan tiyatrolarındaki tanrı makinesi gibi, hikâyenin düğümünü çözecek sihirli bir aygıt olarak görüyorlar. Cehaleti bir seçim ve tercih olarak ele alıyorlar. Eğitimden ve cehaletten söz ederken tüm toplumsal ve maddi koşulları göz ardı ediyor, cehaletin sınıfsal boyutunu görmekten imtina ediyorlar. Eğitim derken aslında gerçek bir eğitimden de değil, hayvan terbiyesi gibi bir şeyden söz ediyorlar.
Yine aynı kişiler, hayvanat bahçesi gezer bir edayla sokak röportajı kolajları izliyor, duydukları her aptalca cevap karşısında kendi zekalarına duydukları hayranlığı artırıyorlar. Röportajlar arasından seçilmiş, en absürt ve çelişkili yanıtları veren vatandaşlar karşısında kendi bilişlerini sınıyor ve bu sınavda muvaffak oluyorlar. Kendi zihinsel mastürbasyonlarını yaptıktan sonra vardıkları nihai sonuç, bu halkın adam olamayacağı cinsinden bir hezeyan oluyor.
Halkın adam olmamak, eğitilememek, hiçbir zaman aptal olmayı terk edememek yönünde kalıtsal bir özü varsa, siyaset denilen şeyin kendisi boşa çıkmaz mı? Artık siyasetin icra edilemeyeceği, herhangi bir mücadelenin yapılamayacağı koşullar vardır o zaman. Hayır, boşa çıkmaz. Çünkü bu sefer siyaset, kitleleri ilerici amaçlar için örgütlemek, dönüştürmek, kolektif bir duygu-düşünce dünyası yaratmak amaçları bir kenara bırakılarak aritmetik bir muhasebe biçiminde yapılmaya başlanıyor.
Bu yeni aritmetik siyasette ya da anti-siyasette, örneğin, halkın %60’ının sağcı olduğu, bu yüzden siyaset yapanların da sağcı olması ya da en azından sağcı gibi görünmesi gerekliliklerinden bahsediliyor. Oranları muhtelif anketlerle saptanan dini ve etnik gruplara mavi boncuk dağıtmaktan ibaret olan, spamleşmiş bir siyaset diliyle uygulanan kimlikçi ve teslim olmuş bir siyaset bu. Halkın adam olmayacağını söyleyerek halka benzemeye çalışmak… Hatta o kadar halka benzemek ki “halka benzeyenler yarışmasına” katılarak halkın kendisini geride bırakıp birinci olacak kadar halka benzemek… Feleğin çemberinden geçmiş kibirli, özcü arkadaşların yürek burkan trajedisi…
Okurlardan 10 Nisan 2020 sokağa çıkma yasağı fecaatini hatırlayanlar olacaktır. İçişleri Bakanlığı gece saat 22:00’da 00:00’dan itibaren sokağa çıkma yasağı olacağını ilan etti. Halk marketlere-fırınlara-bakkallara fevç fevç akın etti. Sosyal mesafe kuralları ihlal edildi, salgının yayılması konusunda riskli görüntüler ortaya çıktı. Bu görüntüler karşısında yine kutsal mutabakat sağlandı ve bu halktan adam olmayacağı kanısı pekişti. Biraz eli yüzü düzgün bir şekilde, bir hafta sonra ilan edilen sokağa çıkma yasağındaysa önceki haftanın aksine hiçbir skandal görüntüye şahit olunmadı. Halk aptaldıysa yine benzer “aptalca” manzaraların ortaya çıkması gerekmez miydi? Yoksa toplumların davranış biçimlerinde toplumlara atfedilen değişmez özlerden daha farklı parametreler de mi rol oynuyor?
Çoğu zaman verili koşullara razı gelen, sorumluluk almaya veya sorumluları eleştirmeye cesaret edememenin sonucu olan bu düşünce biçiminin en dominant özelliği, maliyetsiz olmasıdır. Bu düşüncelerin, sanki uzun mücadele yılları sonunda varılan damıtılmış bir tespit edasıyla ifade edilmesine aldanmayın. Genellikle savaşmadan teslim olan, çaresizliği baştan kabul eden bir tavırdır bu. Halktan söz ederken kendini o büyük, kaba, azametli, cahil, tepkisel kitlenin dışında bırakmanın verdiği ayrıcalıklı his… Büyük meselelere dair görmüş geçirmiş bir tonlamayla gizlenmiş çaresizliği beyan etme hali… Büyük meseleler hakkında konuşurken büyük adamlar ve mağlup etmesi zor düzen hakkında konuşmaktan kaçınma durumu… Hakiki bir değişimi, kişinin ataletini olumlayacak kadar imkânsız görmenin sağladığı konfor…
Yüz yıl önce söylendiği gibi halk zeki değildir, şimdi söylendiği gibi aptal da değildir. “Bu halk adam olmaz” sayıklamasıyla “Bu halk var ya bu halk” diye başlayan övgüler aynı yere çıkmaktadır. Halkın aptal olma gibi bir özü yoktur. Halkın ya da işçilerin çıkarlarını savunmak için halkın yerlere tükürmemesi, sağ partilere oy vermemesi, yürüyen merdivenin sağında beklemesi gibi önkoşullar yoktur. Halk belki kabadır, bayağıdır, vulgardır. Fakat halk tarihsel, sosyal, ekonomik koşullarının zaruri sonucudur. İnsanın bilincini koşullar belirler. Mücadele halka karşı değil, bu koşullara karşı olmalıdır. Halk, dönüştürülmek ve örgütlenmek bakımından gayretin nesnesi olduğu gibi değiştirmek ve dönüştürmek bakımından da öznesidir. İşte biz böyle düşünürüz.
Umut Can Güven
İlk yorum yapan siz olun