Serinin ilk iki yazısında, AKP’nin bir kültür endüstrisi kurduğunu ve gündelik hayatın içerisinde yeni bir gerçeklik oluşturduğunu tartışmıştım. Bu yazı ise iktidarın ahlâk, gerçeklik ve güvenlik söylemlerine karşın toplumsal muhalefetin üretebileceği stratejileri konu ediniyor. İktidar tarafından seçmene yaratılan gerçeklik karşısında ne yapılabileceğine dair temel argümanlara Baudrillard’ın ve siyaset biliminin temelleri üzerinden varılabilir. Jean Baudrillard’ın içinde bulunduğumuz simülasyon çağından çıkılamayacağına, bu dünyanın anlamsızlığını kabullenmenin ise özgürleştirici olduğunu ifade etmesine karşın Fahrettin Altun, Baudillard’ın basit bir nihilist olarak eleştirilip geçilmesine karşı çıkar. Altun’un yazdığı doktora tezinde, Baudrillard’ın ontolojik olarak tarif ettiği simülasyona karşı duruşu şöyle açıklanır:
“Baudrillard’a göre bizatihi ‘madde’nin kendisi bir kandırmacadır ve maddi evren karşı-gerçeğinden arındırılmıştır. Böylesi bir gerçek ise hiper-gerçeğe dönüşmekte, simülasyonda kaybolup gitmektedir. Baudrillard… simülasyon çağında peşinden koşacak bir hakikatin kalmadığını göstermeye çalışmaktadır. Baudrillard’a göre… bütün büyük kültürler de illüzyona illüzyon, kötülüğe kötülük yoluyla direnmişler, yalnızca Batı kültürü illüzyona gerçeklikle cevap vermeye çalışmış ve esasında ‘insanın aklına gelebilecek en fantastik ‘illüzyon’lardan birisini ortaya koymuştur.”[1]
Baudrillard’ın maddeye karşı sergilediği bu muhalif duruş, varlığın temeline karşı duruşundan ileri gelir ve bu, bugünkü muhalefetin, kültür endüstrisinin başına geçerek kamuoyuna simülasyon üretebilen iktidar karşısında sergileyebileceği duruşlara, üretebileceği muhalefete de uyarlanabilir. Bugün iktidar partisinin ortada bıraktığı muhalefet şansını, verili parçadaki “madde” ile ilişkilendirebiliriz. Bu bir illüzyonun kendisidir. Siyaset bilimi temellerinden ele aldığımızda ise ahlâk ve siyaset arasındaki uyuşmazlığı, iktidarların meşruiyet araçları yaratarak, halkla aralarına bir elit perdesi çektiğini tarihteki birçok örnekten biliyoruz. Buna, kısaca pragmatizm deniyor. İktidar ahlâkı kendine bir meşruiyet kaynağı olarak yeniden tanımladığında, bu tanımını bir dini literatür üzerinden gerçekleştirdiğinde ona karşı yine “ahlâki” bir söylemle durmak oldukça faydasız. Bunun sebebi, İslam-devlet literatürünün iktidarın ahlâkı kullanmasına karşı bir meşruiyet tabanı varken, buna muhalefet eden kitlenin ise böyle bir meşruiyet tabanı yok. Oyun kurucuyu iktidar olarak ele aldığımızda, kendi seçmenini konsolide ederken onlara izleyebilecekleri ortak ahlâki patikalar sunduğu kuşkusuz. Örnek olarak, Ayasfoya’nın yeniden ibadete açılmasına muhalefet bloğundan yükseltilen öfkeli sesler, kararsız ya da küskün AKP seçmenini “bu öfkeye karşı bizim mahalle” ikilemine sokabiliyor. İktidarın getirdiği “Onların baskısına (vesayetine) karşı ahlâklı olan bizler” söylemi bu şekilde oy olarak geri dönüyor. Bunun sebeplerinden bir tanesi bugün Türkiye’de muhalefetin izleyebileceği bir ahlâk ilkesi veya geçmişten izleyegeldiği bir ahlâk çizgisi yok. Muhalefetin içerisindeki ideolojik ve apolitik fraksiyonlar muhalefet tarafından yapılacak ahlâki çıkışların kendi içerisinde bir kavgaya ve sosyal medya linçine dönüşmesine kolaylıkla yol açıyor. Bir yandan da bahsedilen muhalif yaklaşımların birçoğu, temel olarak ortada bir gerçeklik olduğu fikrine dayanır ve karşısındaki seçmeni rasyonel olarak ikna etmeye çalışır.
Ahlâkî değerler üzerinden siyaset yapmak, gerçek sorunları çözmeye odaklanan, kişilerin yaşam standartlarını iyileştirecek politikalar değildir ancak “doğru” oldukları iddiasıyla iktidarın güçlü medyasıyla desteklenir. Bu destek için tarihsel dönem dizileri kullanılarak, iktidarın aksiyonlarının tarihsel kökenleri olduğu düşündürülür ve seçmen kitlesi bu argümanları kabul etmek için önceden hazırlanır. Bu sırada iktidar kendi gerçekliğini kurgulama fırsatı bulur. Bu kurgulanan gerçeklik üzerine muhalefet ahlâki bir argümanla gelirse, önceki paragrafta bahsedilen seçmen konsolidasyonu ve muhalif bölünme ortaya çıkar. Örnek olarak, iktidarın ahlâki alana bu kadar ağırlık verdiği konular arasında aşırı sağı güçlendirebilecek veya bu insanların hayatlarına kast edilebilecek bir mülteci politikası da bulunmaktadır. Bu politikada, gerek Avrupa Birliği’ne gerekse de Türkiye’deki seçmene sunulan “biz ahlâklıyız, onlar katil” teması üzerinden yürütülen siyaset, yıllardır kapsamlı ve somut bir projenin gelmemesinin hem işareti hem de sebebidir. Bir diğer örnek, Kemalizm-Hamidizm diye adlandırabileceğimiz, tarihselliğinden koparılarak üretilen temel değerlerde iktidar ve muhalif seçmenin karşı karşıya getirilmesidir. Tıpkı Baudrillard’a göre Batı kültürünün yaptığı gibi, simülasyona saf gerçeklik vaadiyle karşılık veren muhalefet bloğu, iktidarın kurguladığı oyun sahasında siyaset üretememeye mahkûm kalır:
“Kitle iletişim araçlarının ürünü olan kitle, Baudrillard için yüz yüze iletişimin ortadan kalkışını da simgeler ve paradoksal bir biçimde bu durum yeni bir direnişe imkân tanır. Çünkü konuşmanın yok olduğu bir alanda, artık kitle iletişim araçlarının kitleyi sosyalleştirme imkânı, kitlenin kanaatleri hakkında herhangi bir bilgi sızıntısı ile de karşılaşma ihtimali kalmamıştır. Simülasyon çağında, kitleler anlam üretimini, sosyalleşmeyi, sosyal politikaları reddetmektedir.”[2]
Tüm bu baskın ve durmadan üretim yapan, taban yaratan, hayatın en önemsiz görünen nesnelerini kullanarak ve tüketim çılgınlığını eleştirerek, yerine kendi sunduğu tüketim çılgınlığını yerleştiren iktidarın karşısında durabilmenin bazı yolları var. Baudrillard’ın Sessiz Yığınların Gölgesinde ya da Toplumsalın Sonu adlı kitabından yola çıkarak Fahrettin Altun doktora tezinde bize, üzerine inşa edebileceğimiz temel önerilerde bulunuyor:
“Ancak simülasyon çağında sistem ‘herkese maksimum söz hakkı tanımakta’, anlam üretimini olabildiğince teşvik etmektedir. Bu nedenle Baudrillard, simülasyon çağındaki direniş stratejisinin en temelde ‘anlam üretimini ve konuşmayı reddetmek’ esasına dayanması gerektiğini öne sürer.”[3]
Bu temel stratejiyi Türkiye’ye uyarlamak günümüzde oldukça mümkün. Türkiye’de iktidarın bloğunun güç ilişkileri içerisinde ve bu güç ilişkilerinin belirlediği şekilde kitle iletişim araçları aşırı enformasyon üretiyor, kitlelerden veri almaya çalışıyor ve dahası bu veri, yeniden yaratılıp kitlelere benimsetiliyor. Bu argümana göre, Türkiye’de kitlelerin toplumsal muhalefet olarak yapacakları şeylerin başında verili oyun sahasında konuşmak ve o sahada anlam üretimini reddetmektir. Paradoksal bir biçimde, iktidar anlam üretmeye çalıştıkça daha üretim sürecinin en başında, bir gerçeğe referans verme işleminde bir anlamsızlık ortaya çıkarıyor. Daha önceki örneklerde görüldüğü üzere iktidarın ürettiği ve doğru bilgi olarak kabul ettiği veriler, birer hiper-gerçek niteliğinde, dijital imajlara dayanıyor. Bu durumda, muhalefetin gerçeklere dayanarak “iktidar yalanları” başlıkları altında siyaset yapması, kaçınılmaz olarak başarısız olmasına sebep oluyor. Kendisine göre erdemli bir noktadan konuşan muhalefetin sesi kendine geri dönüyor, yankıları dağın öbür tarafına geçmiyor, sesinden yalnızca kendi seçmeni olumlu anlamda etkileniyor. Öfkeli muhalif seçmenin algısının tam aksine, hedef kitleler olan iktidar seçmenleri için bu “yalanlar”, yüksek rütbeli doğrulardır. Örneğin; İktidar bloğunun İslamcı seçmeni ile milli mücadelenin seküler aktörleri arasındaki pürüzleri dijital imajlar yaratarak ortadan kaldırabiliyor. 2. Yazıda belirtildiği üzere, cumhurbaşkanının Atatürk’ü onun “Gâzi” unvanıyla kabul edip, senaryosu kendi literatüründeki kelimelerle oluşturularak yeni bir gerçeklik kurgulayabiliyor. Atatürk’ü belirli bir zaman kesiminde milli mücadelenin arka planına atarak kurguladığı ve dindar bir kişilik yarattığı “Ya İstiklal Ya Ölüm” dizisi, TRT dizileri üzerinden yapılan bu girişimlerin bir örneği.
Yine Altun’un bizlere aktardığı üzere, konuşmayı ve anlam üretimini reddetmek, bugünkü kitlenin izlemesi gereken strateji olmalıydı. Ancak iktidarın yarattığı gerçeklik o boyutta ki, gündelik siyaset manevralarında cumhurbaşkanı bir yıl önce söylediği sözlerle açık açık ters düşse dahi bunun hiçbir önemi olmuyor. Bu mekanizmaya hammadde götürürcesine, sosyal medyada ve sokaktaki politikayı “İzmir vs. Fatih” dikotomisine indirgemek, iktidarın seçmenini konsolide etmekten öte, muhalefetin direniş sergilemediğini gösteriyor. Bu durumda sosyal medyanın, 2013’teki Gezi olaylarında, iktidar tarafından iletişim kanalı olarak bırakılan tek yer olan ve “Occupy Twitter” akımı sonucu politikleşen Twitter gibi stratejik bir kullanımı haiz olması gerekiyor. Belli bir merkezden organize edilmeden yapılan sanal protestoların iktidara yıllar sonra ilk kez bu kadar endişe vermesi sürpriz değildi. Bu durumda Altun’dan alıntıladığım üzere iktidarın ürettiği anlama ve yarattığı gerçekliğe katılmamanın, iktidara sırtını dönme hareketinin, kitlelerin gösterebileceği en etkili direniş biçimi olduğunu iddia ediyorum.
Toplumsal Muhalefet Nasıl Hareket Edebilir?
Baudrillard’ın sunduğu çözümü kullanacak olursa toplumsal muhalefet, nefret söyleminden uzak durmalı, hükümetin kültür endüstrisinin ürünlerini terk etmelidir. Siyaset, bir ahlâk pratiği olarak görülmemelidir. Ayasofya tartışmalarında “Ne yani, susacak mıyız?” tavrıyla “umursamamalıyız” tavrı arasında kalınmıştı. Bu tartışma taraflar öfkelendikçe tamamen muhalefetin duygularını tatmin edip, seçim kaybetme tehlikesiyle iktidarın sözcülüğünü yapmak arasında bir ikileme indirgenmişti. Tartışmanın yaratılmış gerçeklik ile ilişkin olduğunun saptanmaması ve “ahlâk-siyaset” evliliğinin gerçek olabileceğini düşünülmesinin bu tartışmanın kilit noktası olduğunu savunuyorum. Bu bağlamda, toplumsal muhalefetin vermesi gereken tepki, kendi içerisinde birbirini linçleyerek tartışmaktan ziyade -ki bu tartışmalarda birbirlerini linç ettirmeye çalışan akademisyenler de vardı- aynı gerçeklikte ahlâk siyaseti -yani siyasetsizlik- yapmamak olmalıydı.
Buradan yola çıkarak tamamen sessiz kalmak gerektiği yahut sessizliğin en iyi protesto biçimi olduğu gibi bir düşünceye kapılmamak gerekiyor. Baudrillard’ın bahsettiği sessizlik, düzensiz karşıt kültürler oluşturarak kültür endüstrisinin incorporate edebileceği ürünler yaratmaktır. Yahut kitlelere ne kadar yanlış içerisinde olduklarını söyleyip, onlara rasyonel hakikatleri göstermektir.
Sessiz eylemler; sanal dünyada yapılacak, kendiliğinden organize olabilen ve öfke söylemi içermeyen hashtagler, uygulamaları boykot etme, takibi bırakma gibi hamleleri içeren stratejilerdir. Ancak dil kullanımının öfke içermemesi; hükümetin günlük hayat pratiklerinde ne kadar yetersiz olduğunun vurgulanması ve bir medya kuruluşu gibi hareket ettiğinin belirtilmesi yoluyla ortak noktada buluşulması elzem.
Toplumsal muhalefeti hatırlatmak düzeyinde muhalefet partilerine düşen şey, siyasetin bir ahlâkî mücadele olmadığını göstermektir. Nitekim öfkeli muhalif kitle, iktidarın kendi seçmenini yaratırken doğal bir karşı-kültür olarak ortaya çıkan ve hükümetin ürettiği kitleyle birleştirilen bir kitledir. Kültür endüstrisinin ve simülasyon üretiminin kaçınılmazlığının kabullenilmesi, öfkeli kitle için en büyük adımdır.
Barry Buzan’ın belirttiği üzere,[4] karşısında politika üretilmesi gereken konuları milli güvenlik meselesi olarak ele almak (güvenlikleştirmek) aslında siyaset üretememenin kendisidir. Ancak bu çabalara siyasi muhalefet, kamuoyu ve medya da işlevsel aktörler olarak katılırlar. Yani Buzan, iktidarın bekâ meselesi hâline getirdiklerinin, halk tarafından destek görmesi durumunda muhalefetin argümanlarıyla da tetiklenebileceğini söyler. Aynı argümana göre, muhalefet ve iktidar seçmenlerinin birbirini fark etmeden besleyen tutumları olmadığı sürece iktidarın bir konuyu güvenlikleştirme çabaları yetersiz kalacaktır. Öyleyse muhalefetin, güvenlik sorunu olmasını istediği konuları bir kenara bırakması; güvenliğin, hükümetin söylem yelpazesine yardım etmesi ihtimalinin yüksek olduğunu kabul etmesi gerekir. Kısacası, Twitter muhalefetinin kendini tıpkı rakibi gibi, bir ulusal güvenlik konseyinde hissetmesi yerine bireysel haklarının ne derecede alaşağı edildiğini ve hükümetin medya stratejisinin bu sorunu alışılagelmiş bir düzen haline getirdiğini konuşması gerekir. Ahlâkî, güvenlikçi ve sonu gelmeyen tartışmalar yerine, bireysel hakların ilk ölçekte bireyin güvenliği olduğu vurgusu, tüm muhalefeti ortak noktada toplayacaktır. CNN Türk yayınlarında olduğu gibi, ana akım kanallara muhalefet kontenjanından giren isimlerin (İsmail Saymaz, Hakan Bayrakçı, vb.) programdaki tartışmalara iktidarın belirlediği güvenlik söylemlerinin sınırlarını kabul ederek katılmaları önemli bir örnek teşkil ediyor. İktidarın belirlediği güvenlik söylemleri kabul edilmeye başlandığında, bahsedilen muhalif aktörlerin söyledikleri sözler iktidar için ya işlevsel bir hâle geliyor ya da muhalefetin oy kazanması için işlevsiz oluyor. Bu aktörlerin kimisi bunu iktidar ilişkilerinin bir paydaşı olarak; kimisi de savunduğu değerler gereği yapıyor olabilir.
Bu noktada iktidar ilişkilerinden yararlanan ya da yararlanmayan herhangi bir Twitter kullanıcısı ya da kullanıcı grubu da aynı işlevi pekâlâ görebilir. Çünkü güvenlik söylemlerinin işleyebilmesi için bu söylemlerin halktan destek alması gerekmektedir. Bu destek, hangi siyasi görüşü desteklediğine bakılmaksızın sosyal medyada muhalifler arasından da çok kolay bir şekilde bulunabilir ve büyütülebilir. Birbirlerini linçleyen sosyal medya kullanıcılarının, sosyal medya kullanımına ifade özgürlüğü ile başlayıp “bu işe bir el atılmalı” diyerek bitirmesi de bu konunun tipik örneklerinden biridir. Daha sonrasında ise aslında her gün görülen linç manzaralarından birisi cumhurbaşkanı tarafından “bardağı taşırdığı” gerekçesiyle sosyal medya regülasyonu olarak ortaya çıkabilir.[5] Geçtiğimiz aylarda yaşadığımız sosyal medya sınırlaması tartışmasında, cumhurbaşkanı tarafından sosyal medyanın artık bir bekâ meselesi haline geldiği vurgulanmıştı. Bu söylem ilk ölçüde toplumsal ve siyasal muhalefetin ifade özgürlüğünü tamamen kırmak üzerine geliştirildiyse de oy kaybı çekincesiyle geri adım atıldı. Geri adım atılan açıklamayı da Fahrettin Altun’dan dinlemiştik.[6] Burada tıpkı Buzan’ın söylediği gibi, verilen gerçeklik içerisinde, iktidar muhalif seçmenden de bir siyasetsizlik söylemi duyduğunda bunu kendi çıkarına kullanacak şekilde “güvenlik meselesi” haline getirebiliyor. Burada herhangi bir muhalif hesabın popüler olan bir sosyal medya paylaşımı iktidar için güvenlik söylemi geliştirerek ifade özgürlüğünü kısıtlamak adına işlevsel bir araç olabiliyor. Burada “ifade özgürlüğünün sınırı” üzerinden yürütülecek bir ahlâki tartışma iktidarın işine yarayabilecekken, sosyal medyaya dokunulmaması talebi iktidarın müdahalesini şimdilik kısıtlamayı başarabilmişti. Muhafazakâr gençler de, muhalif gençler de sosyal medyayı kullanmak istiyor ve bunu tehdit olarak görmüyorlarsa, bu tepki sosyal medyayı kullanmaya devam etme isteği iktidarın gerçeklerinin dışında yer alıp, iktidara oy kaygısı ile geri adım attırabiliyor. İktidar, gündelik hayat nesnelerine dokunduğunda, toplumsal muhalefet tarafından iktidarın argümanındaki alan dışında bir tepki gösterildiğinde bu tepki iktidarın alanını kısıtlayabiliyor.
Onur Tuğrul Karabıçak
Bilkent Üniversitesi Uluslararası İlişkiler lisans öğrencisi.
[1] Fahrettin Altun, “M. McLuhan ve J. Baudrillard’ın medya kuramlarının karşılaştırmalı çözümlemesi,” Yayımlanmamış Doktora Tezi, İstanbul Üniversitesi/Sosyal Bilimler Enstitüsü (2006). p. 261.
[2] Fahrettin Altun, “M. McLuhan ve J. Baudrillard’ın medya kuramlarının karşılaştırmalı çözümlemesi,” Yayımlanmamış Doktora Tezi, İstanbul Üniversitesi/Sosyal Bilimler Enstitüsü (2006).
[3] Altun, “M. McLuhan ve J. Baudrillard’ın medya kuramlarının karşılaştırmalı çözümlemesi.”
[4] Barry Buzan et al., Security: A new framework for analysis (Lynne Rienner Publishers, 1998).
[5] Bknz.: Cumhurbaşkanının sosyal medya düzenlemesine ilişkin açıklaması: https://www.youtube.com/watch?v=GV0ZPSt5C7Q
[6] Anadolu Ajans, https://www.aa.com.tr/tr/turkiye/iletisim-baskani-altundan-sosyal-medya-aciklamasi/1896306
İlk yorum yapan siz olun