İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

PANO | Hazal Çakmak yazdı: “Çürüme Üzerine”

Fotoğraf: Cemile Sarı (İstanbul, 2012)

Çürüyoruz. Git gide, için için, her gün bir önceki günden daha fazla çürümüş olarak uyanıyoruz. Birbirimize söylediklerimizin, verdiklerimizin, birbirimizden aldıklarımızın, gösterdiklerimizin, gizlediklerimizin; birbirimizle ilgili sevdiğimiz ya da özlediğimiz şeylerin hiçbir değeri yok. En azından, bugün için varız diyemiyoruz, yarın zaten yok. Paltomuzu askıya asmıyoruz, koltuğun kenarına bırakıyoruz, sandalyeye yarım göt oturuyoruz, hızlı hızlı yiyip içiyoruz. O an gülüyor, düşünüyor, üzülüyoruz ve unutuyoruz. Ne kendimize ait bir şeyler anlatmak ne de kimseye dair bir şeyler duymak istiyoruz. Aklımız çıkıyor bir şeyler devrilecek, hepimizi kemiren düzenlerimiz bozulacak diye, parmak uçlarına basa basa yaşıyoruz hayatı. Sanki tatile çıkan komşunun çiçeklerini sular gibi, çiçek sulamak kadar sıradan bir işi bile beceriksizce, bize ait olmadığını vurgulamak istercesine yapıyoruz. Başkasının hayatını yaşasak bu kadar sırıtmaz. Öyle bir uçuk mavilik, sanki iki ucu yokmuş gibi hayatın. Ama doğal akışında değişmemeli hiçbir şey. Öğrendiğimiz hiçbir şey farklılaşamaz depremler olmadan. Ayaklarımızı toplayıp yer açamayız kanepemizde kimseye. Kimse kimsenin omzuna yaslanmamalı. Zayıflıktan korktuğumuz için değil, gerek olmadığından.

Aşırı duyarlı bir çürüme bu bir taraftan. Kendimizden başka herkesi kolladığımıza, tüm sosyal grupları savunduğumuza, gereken tüm yüce duyguları taşıdığımıza dair kendimizi ikna etmeden yatağa girmiyoruz. Zaten bir biçimde uykuya dalabiliyor olmamızın sebebi de bu. Kendimiz de dahil kimseyi sevmiyoruz, sevemiyoruz belki de düzenin içinde. Ama yorulmadan kendimizi kandırıyoruz sevebilme kapasitemize dair. Yoksa bir aynaya baksak, 900 lirası olan sokaklara zor atar kendini, kalamayız evde biliyoruz.

Hepimizin içinde çok derin bir kuyu var, bir gayya kuyusu. Bu kuyuda biriktiriyoruz yaşadığımız her şeyi, ama çoğunlukla bizi paramparça edenleri. Tutamadığımız yasları, “keşke”leri, “ah be”leri, arkaya baka baka koşarken, yarım yamalak öğrendiklerimizi hep kuyuya atıyoruz. Tek tek, özenle seçip sıra sıra diziyoruz acılarımızı yayınevlerine göre. Bizi kıran, yıkan, dağıtan, perişan eden, kuyunun dibinde biriktirdiğimiz her şey bir bütüne ekleniyor. O bütün topak oluyor, kaskatı kesiliyor. Kuyu yeşertiyor o kaskatı olmuş topağı. Önce topaktan, sonra kuyudan kol kol, saçak saçak dışarı saçılmaya başlıyor filizlenen sarmaşık, dallanıp budaklanıyor her gün. İçimizdeki kuyu, kuyunun dibinde biriken topak, topaktan çıkan sarmaşık baş döndürücü bir şekilde sarıyor ve kaplıyor her yeri. Orada olması gereken şeylerin yerinde kuyu, topak ve sarmaşıktan başka bir şey kalmıyor. Ama biz yine de sevebilme kapasitemize dair kendimizi kandırıyoruz yorulmadan.

Sonra iyi şeyler de geliyor bazen, insanın göz bebeğini titreten birkaç hadise yaşanıyor örneğin. Kısa bir süreliğine sarmaşık dışında bir şey görünce geçti sanıyor insan. O iyi şeyler birkaç deliğini tıkıyor topağın, sarmaşığın birkaç kolu kurur gibi oluyor. Ama gözümüzü kapattığımız, arkamızı döndüğümüz, bildiğimizden başka bir yola saptığımız ya da sadece birkaç dakikalığına kontrolü elden bıraktığımız ilk an kuyunun yerli yerinde, topağın kaskatı, sarmaşığın dev gibi olduğunu görüyoruz. O ana kadar kendimizi oyaladığımızı, kuyuyla yüzleşmek gerektiğini; dönüp kuyuya bakmadıkça, kuyuyu görmedikçe, kuyuya eğilip avaz avaz bağırmadıkça sarmaşığın hayatımızı kuşatmaya devam edeceğini biliyoruz. Biliyor muyuz? Bazen en sevdiklerimizin boynuna dolanıp nefesini kesiyor, bazen de elimize, ayağımıza tutunuyor, uzanmamıza izin vermiyor bir şeye, bir yere, birine, adım attırmıyor. Kuyuya bir baksak, kuyunun orada olduğunu bir bilsek, belki kurutmak için bir yol bulacağız. Belki bu kez kuyunun bize izin verdiği ölçüde değil, canımızın istediği kadar hissedeceğiz havanın kör edici rengini, gözümüzü yakan kokuyu, içimizi ezen acıyı. Kuyunun yarattığı üç oda bir salon düzeni yıkıp kılıçları gömeceğiz, en azından aynı cephede savaştıklarımıza karşı ve sonsuza dek kurtulacağız çürümekten.

Ama çürümekten kurtulmak o kadar da basit değil. Önce baktığında gördüğün ellerinden, aynadaki aksinden başlayan, sonra seviyor ve sevebilme ihtimali taşıyor olduklarını içine alan ve hiç durmaksızın tüm dünyayı griye boyayan bir çürüme bu. Bir sürü ismi var literatürde, kitaplar var yazılmış. Hepsi başka bir pencereden, başka isimlerle bahsediyor çürümeden. Ama kimse, bu çürümenin gerçekte bize ne yaptığından bahsetmiyor. Rönesans tablolarında resmedilen kalabalıkların içindeki insanlar gibiyiz. Başımıza ne geleceğinden haberdar ama günün sonunda sanki bütün, tek tek bize ne olduğunun toplamı değilmiş gibi. Tek tek bize ne olduğunun hiçbir önemi yokmuş; bütün, parçalardan başka anlamlar ihtiva ediyor gibi. Yine mutsuz olmayı, mutsuz etmeyi, mutluluğu aramaktan vazgeçmeyi içimize sindirip birer kadeh daha şarap dolduruyoruz. Kürkler, kabanlar, paltolar, montlar, trençkotlar ya da hırkalar geçiriyoruz üstümüze sınıfsal pozisyonumuza göre. Ancak hangisini giyersek giyelim cebine sustalıyı koymadan çıkmıyoruz evden. Eğer sokakta yeterince ışık yoksa ve tedirgin olduysak, görmeden sallıyoruz sağa sola, bazen kendimize denk getiriyoruz. Olmuyor biliyoruz, ama düşünmüyoruz. Çünkü kuyuya bakmak zor geliyor, kuyuyu görmezden gelmek daha kolay.

Hem biz de istemiyoruz kuyuya bakmayı, çürümek daha kolay geliyor. Her gecenin sonunda, sabaha karşı eve gelip, karanlıkta kendimize verdiğimiz yaraları sarıyoruz, iyileşmiyorlar. Böylece hem etlerimiz daha hızlı çürüyor hem de için için kafayı yiyoruz. Üstelik birbirimizin delirmelerine an be an şahit olarak, birbirimizi her gün biraz daha görmezden gelerek, başkalarının delirmelerini kendi delirmelerimizle normalleştirerek deliriyoruz. Normal olmadığını bile bile, sırf mücadele etmeye ekstra güç harcamamak için, oturduğumuz yerden deliriyoruz. Bu düzende ne çürümek ne delirmek tek başına mücadele edilebilecek şeyler değil. Delirmeye direnen olursa, tüm bu yaşananlar karşısında bir başına mücadele etmeye yetmez zaten gücü. O da katılır bir süre sonra Rönesans tablosu kalabalığına. Kaşkolunu boynuna dolar, üstüne bir şey alır portmantodan, koyar sustalısını cebine, sağa sola sallar karanlıkta. Görmeye çalışmadan, kendine denk getirmekten çekinmeden, çürümekten vazgeçmeden.

Hazal Çakmak

Bir yorum

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir