İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Pınar Eldemir yazdı: “Hoca dönem ortasında pat diye yurt dışına gitti ve dersi de bana kaldı” | Akademideki Sorunlar II

“Hoca dönem ortasında pat diye yurt dışına gitti ve dersi de bana kaldı”

Pınar Eldemir

Bir üniversitede araştırma görevlisi olduğunuzu düşünün. Okula gittiniz. Asistanlığını yaptığınız dersin hocasının apar topar yurtdışına çıktığını ve derslerinin de size verildiğini öğrendiniz. Üstelik de henüz yüksek lisans döneminizin tez aşamasına yeni geçmişsiniz. Ne  yapardınız? Ayda Ankara’da tam da bunu yaşamıştı. Hocası bir gün dönem ortasında istifasını verip pat diye yurtdışına çıkmıştı. Bu yüzden de okul yönetimi giden hocanın derslerini Ayda’ya vermişti. Ancak kendisi hocanın stilini ve dersin içeriğini bilmediğini söyleyerek çok hazırlıksız olduğundan bahsetmişti. Kızılay’da kalabalık bir yerde kahve içiyorduk. Yüzündeki tedirginliği görüyordum. Bir yanıyla böyle bir saha çalışmasına katılmanın verdiği özgürleştirici bir heyecan vardı yüzünde bir yandan da acaba beni yargılıyor mudur diye bakıyordu bana. Konuştukça tedirginliğinden bahsetmek kolaylaşmıştı. Vizeden sonraki dönemde, finallere kadar, altı hafta bu şekilde derslere girdiğini, öğrencilerle kaynaştığını ve kendisini ne kadar mutlu hissettiğinden bahsetti. Hatta öğrencilere finalde neler sorabileceğini anlatırken ders verme konusunda ne kadar yetkinleştiğinden bahsetmişti. Ancak bu tecrübesi çok kısa sürede sona ermiş çünkü finallerden biraz önce dersin hocası geri dönmüştü. Ne olmuştu? Hani istifa etmişti? Bilmiyordu. Okul yönetiminden de kimse bir şey söylemiyordu. Kendisinin olmayan bir dersin korkusunu sahiplenip bunu kaybetmenin gerilimini ifade edebilecek hiçbir yer yoktu ve hiç kimse ile konuşamamıştı.

Bu süreçte Ayda gibi pek çok örnekle karşılaştım. En büyük meselelerden bir tanesi bizim olmayan derslere nasıl olduğunu bilmediğimiz bir biçimde girmemizle ilgili. Bu konuda ayrıca bir not düşmek istiyorum. Bence ders verme pratiği akademisyenliğin çok önemli bir yerinde duruyor. Burada asistanların derse girmemesi gerektiği gibi bir şeyi savunmuyorum. Ancak bizim hem Ayda’nın hem de onun gibi başka birçok asistanın tecrübelerinden gördüğümüz üzere, ortada bir keyfiyet var. Birilerinin yapması gereken işleri biz yapıyoruz, yine bu birilerinin vermesi gereken dersleri biz anlatıyoruz. Üstelik bunu da belki sadece bir günde hazırlanarak yapabiliyoruz.

Keyfiyet meselesinin bir kısmı başkasının dersine girmekse bir başka kısmı da kişisel işler yapmak. Akademide kişisel iş yapmanın sınırının ne olduğunu ne ben kendi tecrübelerime ne de bu sahaya katılan görüşmecilerin tecrübelerine dayanarak söyleyebilirim. Çünkü bunun sınırı yok. Bazı kurumlarda kişisel iş yaptırmanın önüne geçilebilirken bazısında geçilemiyor. Peki neden? Çünkü aslında derli toplu bir çalışma biçimi yok. Örneğin Mine okuldaki bir hocasının onu, kendi Instagram hesabına fotoğraf yüklemek için sürekli odasına çağırdığından bahsetmişti. Seda’nın anlattıkları ise biraz daha sertti.

“Hoca yaz dönemi buradaydı. Sabah 8 buçukta tansiyonu düşmüş galiba. Bizim odayı aramış. Biz 9’da başlıyoruz işe. Kimse açmamış. Bizi 9 buçukta çağırdı odasına ve dizdi tüm araştırma görevlilerini ve dedi ki “8 buçukta odayı aradım. Tansiyonum düşmüştü. Sizi limon almaya gönderecektim. Bir kişiye bile ulaşamadım. Haftanın her günü bir gün biriniz sırayla dönüşerek 8 buçukta geleceksiniz”. Limon almamız gerekiyormuş çünkü.” (Seda)

Biraz da limon aldırmak için tutturulan nöbeti bir kenara bırakarak idari görev sorumluluklarından bahsetmek istiyorum. Yani bu bahsettiğim şey, akademik sekreterlik demenin mümkün olduğu yönetimsel işler yığınını yapan kişinin iş listesi. Ne var bu listede? Burası da belirsiz. Kimi kurumlarda bunun için idari sekreterlerin olduğunu biliyoruz. Devlet üniversitelerinde ve “bazı” vakıf üniversitelerinde bu sekreterler var. Bu “bazı” vakıf üniversiteleri piyasa üniversitesi olduğu için nasıl bir görüntü çizdikleri çok önemli. Çünkü her şey yerli yerinde gözükmeli onlar için. Ancak bazı vakıf üniversitelerinde ise idari sekreter yok. Bunun yerine araştırma görevlileri ve öğretim elemanları bu işler için kullanılıyor. İş bölümü ise son derece sınıfsal ve toplumsal cinsiyet normlarına uyacak biçimde yapılıyor. Olağanca doğal bir biçimde yani. Örneğin Ceyda çalıştığı meslek yüksekokulundaki stajları ayarlamaktan, AKTS hesaplamalarından mezuniyet töreninde kimin nereye oturacağının düzenlemesinin yapılmasına kadar tüm idari işlerin onun üzerine yığıldığından bahsetmişti. Kübra ise fakültede sekreterleri olmasına rağmen ders programı ve sınav takvimi hazırlamak gibi idari görevleri asistanların yaptığını söylüyordu. Belki ilk bakışta burada çok da bir sorun yokmuş gibi gözükebilir; ancak Kübra’nın örneğinde okul nüfusu çok fazla olduğundan sınavların birbiriyle çakışmaması için hocaları tek tek araması gerektiğini söyledi. Tıpkı diğerleri gibi Neşe için de vakıf üniversitesinde araştırma görevlisi olarak çalışmak tamamen sekretarya işi ve Word/Excel programları ne kadar hızlı kullanırsanız o kadar iyi.

Ankara ile başlattık bu yazıyı, Ankara ile bitirelim. Belki üzerine çok da söz söylemenin mümkün olmadığı ve pek çok yanıyla gerek psikolojik şiddet gerekse fiziksel şiddet örneği içeren Aylin ile nasıl görüşme yaptığımızdan bahsetmek istiyorum. Ankara’daki ikinci günümdü. Bir görüşmeden henüz çıkmıştım. Kahve içiyor ve Aylin ile görüşmeyi bekliyordum. Aylin beni evine davet eden ilk ve tek katılımcıydı. Böyle görüşmelerde görüşmeyi nerede yaptığınızın da çok büyük bir önemi var. Aylin’in evine giderken pek tabii ki o görüşmenin neredeyse 2 saat süreceğini bilememiştim. Eve girdiğimde beni bir arkadaşıyla bekliyordu. Her yer kitaplarla ve çalışma notlarıyla doluydu. Görüşmenin bir yerinde bu notların aslında onun değil de asistanlığını yaptığı hocasının makalesinin notları olduğunu söyleyecekti. Aylin’in tecrübesindeki şiddetin kaynağı hem hocalardan hem de kendi dönemindeki asistan arkadaşlarından geliyordu. Görüşmemizden bir gün önce ise danışmanı Aylin’in numarasını engellemişti. Şimdi olanları ondan dinleyelim ve biraz üzerine düşünelim istiyorum:

“Danışmanım benim danışmanlığımı bıraktı. Ben zaman kaybettiğim için üzülüyorum sadece. Yıllarca onun kahrını stresini çektim. Ders notu yok hocanın. Derste anlatacağı sunumları yok. Hoca bana sürekli ders notu hazırlattırıyor. Sürekli sunum hazırlıyorum hocaya, sürekli! Teze ayıracağım vakit içerisinde hem bu hocanın tüm ders notları, bölüm dışında girdiği derslerin bütün ders notları, sınav notları, sınavları hazırlamak, sınavları okumak, ödev veriyorsa ödevleri hazırlamak ve yeni olacak her şeyi ben kendim çalışıp hazırladım. Hocanın şey dediği oldu yani ben bu dersi sana güvenip açtım. Zaten çok fazla çalışamıyorum okulda. Bir odada altı asistanız ve iki tane bilgisayar var. Bilgisayar bekliyoruz mesela. Kendi küçük bilgisayarımı kullanacağım masa falan yoktu ilk gittiğimizde. Ben sürekli saat 6’yı falan bekliyorum. Hani insanlar çıksın, ben oturayım çalışayım diyordum kendi kendime. Çok fazla da kalamıyorsun tabi. Hoca doçent olana kadar mesela diyelim bir yerde yayını mı olacak, onu ben yazıyorum. Kitapta bölümü mü var, ben yazıyorum. Bu arada tabi ki hiç adım falan yok. Bizim toplantılarda başka hocalara benim için beceriksiz, salak diyormuş mesela. Madem öyle neden işlerini bana yaptırıyorsun?” (Aylin)

İlk yorum yapan siz olun

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir